4 Eylül 2013 Çarşamba

SIKINTILI

Silmekten burnum düşer mi acaba? Bu şehrin 40 derece sıcağında benden başka üşütmeyi başarabilen biri var mı? Başımın ağrısı kebap yiyerek geçer mi? Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi? Babam aslında iyi balık yapar benim...Öf Neyse!...

1 Eylül 2013 Pazar

Burçak'a...

Beklemediğin anda, pek çok sevdiğin bir dosttan gelen mesaj kadar ne sevindirir insanı? Böyle oldu bugün işte!

Üstelik de başlayan günümü şöyle özetlemek isterim; pazar sabahı 11 de uyandım, "şöööyle bir çay demledim" filan yazmayı çok isterdim ama, şimdilik sadece 3 günlüğüne geldiğim canım Ankara'mın puslu sabahına, bilmem ki kaçıncı kez girdiğim dil sınavına (YDS'ye) girmek için sabahın köründe dertlendim! Evet uyanmadım dertlendim resmen sabaha! Sınava birlikte gireceğim arkadaşım Tuğçe'nin uyarısıyla anahtarımı bırakacak komşu aramaya başladım. (Sınav merkezine anahtar götürmek yasakmış!)

E be ÖSYM, e be ÖSYM! Şehir insanının yabancılaşmış, öcükeleşmiş bocukalaşmış karmaşık içsel dünyasında (öhöm böhüm :P) , gezi parkıydı filandı falandı derken yakalar gibi olduğumuz naif komşuluk duygumuzu, yaptığı 3. köprü inşaatıyla kestiği başka ağaçlar ve yeni savaş haberleriyle kursağımızda bırakan büyüklerimiz sayesinde tam da yakalayamadan kaybetmişiz demek ki, nerden bulucam anahtar bırakacak o Hulusi Kentmen komşuyu ben şimdi? Ha benim ÖSYM'mem!? Derkeeeeen Leon filminde Matilda'ya kapıyı açan kahraman Leon gibi, benim de yüzümü açılan kapı aydınlattı birden ve sabah sabah simit almaya giden karşı komşum talihimi güldürdü sonunda..."Yemişim böyük şehri" filan dedim bıraktım yalnızlığı malnızlığı, Söke'li oldum yeniden, Güzelçamlı'nın koşu yolunda bisikletle tur atıp geldim sanki! Velhasıl kelam,
anahtarımı Leon olmasa da karşı komşum Bahri Bey'e bırakıp yollara koyuldum.

Bir saat erken sınava gireceğim okula vardım. Üzerimde hiç metal olmadığından duyduğum müthiş özgüvenle kendimi görevli polisin önüne attım: "anahtarım yok, karşı komşuma bıraktım" dedim sırıtarak, bana bakıp "saçınızdaki tel tokaları çıkarın "dedi! "Yuh!" dedim ben de! ÖSYM'nin kilitli kasasını saçımdaki tel tokayla açıp soruları çalarken hayal ettim kendimi birden, demek ki çok tehlikeli potansiyel bir suç aleti barındırıyordum.! Başka ne yapılabilirdi ki tel tokayla? Utanmalıydım kendimden!

Sınav salonunda dijital saat süsü verilmiş gizli kameradan hiç bahsetmiyorum bile ki ben bunu eve dönünce Tuğçe'den öğrendim! Çok sinsisin ÖSYM! Tııııısssssssss!

Sınavda gerçekten çok sıkıldım. Bir ara bu sınava kaç kere girdiğimi , kaç kere daha girmem gerekeceğini filan hesaplarken, şuanda 7 aylık olan yeğenimle bir sabah birlikte kalkıp YDS'ye girmek için ablamın ikimize birden okunmuş pirinç yedirdiğini hayal ettim. O sırada uyanmışım!Sürekli hayal kurduğum için sınavım kötü geçti tabi.

Neyse yarım saat erken çıktım sınavdan, eve geldim, kendi apartmanımın kapısında kalakalıp başka dairenin ziline basmak çok enteresan geldi. Bahri Bey'in eşi açtı kapıyı, son derece nazik bir şekilde anahtarımı bana geri verdi. Tabi sınavımın nasıl geçtiğini sordu. İyi filan dedim yalan attım. İşin daha enteresan tarafı benden yaklaşık 10 yaş küçük olan kızları da girmiş bugün aynı sınava o sebeple Melek Hanım bana: "Siz niye girmiştiniz bu sınava?" diye sordu. "Bu yaşta bu sınav"? demek istedi sanırım! :) "Doktoraya başlıycam da işte ona lazım , araştırma şeysiyim ya ben" falan filan diye bişeyler geveledim. Kendi açıklamamı kendim de anlamadım ya neyse! Ona girmezsen buna başvuramıyorsun, buna girmezsen şunu olamıyorsun sistemini anlayan beri gelsin zaten!

İşte bu duygular içinde, böylesi bir sabahtan sonra eve gelip bir çay demledim sonunda! Sanki sınavım harika geçmiş gibi acaba cevapları yayınlarlar mı diye internete gireyim dedim. Öcükeleşmiş böcükeleşmiş şehir insanının kadim dostu "feysbuk" u açtım. Mesaj kutucuğunda İstanbul'dan deniz kokulu bir mektup asılıydı. Burçak'tan...Hevesle açtım okudum o mektubu! :) Bütün bulutlarım dağıldı, ÖSYM benden çok uzaklara gitti, dil sınavı konusunda dilim çözüldü de 3 dili anadilim gibi konuşuyormuşum, İtalyanca anlıyormuşum konuşamıyormuşum da Fransızcamın da gramerine biraz düşsem olacakmış gibiymişçesine sevindim...:)

Oysaki biz Burçak'la hiçbir zaman kanka olmadık, vaktimiz olmadı resmen bunun için. Birlikte hiç kahve içmedik, hiç kitapçıya gitmedik, film izlemedik, tiyatroya gitmedik, ona hiç makarna pişirmedim (birisi benim arkadaşımsa gerçekten o makarnayı yiyecek arkadaş!), aşık olunca ona hiç anlatmak aklıma gelmedi hep gittim Esra'ya anlattım, penceremdeki sardunyalardan ona hiç bahsetmedim. Yani yakın arkadaşlarımla yaptığım bir çok şeyi paylaşmadım onunla. Ama tuhaf zamanlarda ne bileyim, hiç karikatür çizemediğimde, her şeyin tekrarlandığını düşündüğüm o şeytani kısırdöngülerde, herşeyi bırakıp gitmek istediğimde, hooop ondan harika, adeta ilahi bir mesaj geldi :) Ve bu bana hep iyi geldi...Yıllar önce bir doğum günümde taaa Amerika'dan attığı mektup gibi, "yeteneksizin önde gideniyim Kuşadası'na dönüp pazarda şevketi bostan satıcam" düşünce balonuyla gezerken ben, her defasında karşıma çıkıp "çok güzel çiziyorsun devam devam" dediğindeki gibi, şehirlerden, Ankara'dan İstanbul'dan, insanlardan, hayatlardan, sanattan, kuşlardan böceklerden bahsettiğimizde aynı şeyleri düşündüğümüzü bildiğim gibi, bana hep iyi geldi işte arkadaşım Burçak! :)

Bazen dost olmak için en yakın olmak gerekmez, orada olduğunu bilmek de yeterli olabilir...Bu da çok sağlam bir arkadaşlık türü olabilir...Evet kesin öyle! :)

Son olarak Burçak, seramiklerini ve zekice hazırlanmış sergilerini özledim çok, devam devam ;)
Bir de bir ara bi kahve içelim,

Ankara'dan sevgiler...:)
ÖSYM çık aradan, Bahri bey size demedim! :)

Esma