26 Ağustos 2014 Salı

KABAK DOLMASI

Sinirlerim öyle laçka ki bugün, kendimi nerelerden ifade edeceğimi şaşırdım...Facebook'a şöyle "büyümüş, anlamış, yorgun" şeyler yazayım dedim. "Öyle yalnızım ki hayatta insan görsem ahtapot sanırım!" filan böyle bişey, ya da "Düşmanlar değildir insanı üzen, dost bildiklerindir hayata küstüren" gibi...Yani mealen g.tü başı koru manasına gelen böyle, büyük büyük laflar ki, uydururken bile çok da başarılı olamadım, neyse...O sinirle gaza gelip yazacaksın sonra liseden öğretmenin, yok annenin arkadaşı filan beğenince "anaamm listemde o da vardı ya!" diye mahcup olacağın saçma sapan şeyler...Ergen olmadığım için yapamadım...Saçma sapan şeyler yapsan bile ciddiye alınmayıp, aslında anlayışla karşılandığın, insanoğlunun bu tek ve tuhaf dönemine bu açıdan özlem duymadım dersem yalan olur...

Elbet başka kendini ifade yolları da vardı kuşkusuz...Facebook'taki bilmem kaç milyar insanın çoğu farkında değildi ama vardı aslında...Tam bu sırada; "E madem elimin altında kil var, ebeşuar var, ne duruyorsun trip yapsana" dedim kendi kendime...Boşuna "sanat kendini en iyi ifade biçimidir" filan demiyorlardı ya...Eli kolu sıvadım bir heves böyle içlemsel ama dışlamsal, uzamsal ama kısamsal harika bir seramik yapacak kendimi çok pis ifade edecektim ki, açtığım (kil) plakanın üzerine "senden nefret ediyorum seramik" yazdım...Seramik Sanatı bozulmasın diye farkettirmeden hemen sildim...Zaten itilip kakılıyordu, bir de ben bu densiz davranışımla onu kıramazdım...Sonra "şaka şaka seviyorum, yoksa bunca yıl birlikte olur muyduk ?" yazdım...Çamurun canlanıp " bizim ilişkimiz alışkanlık bebeğim" diyeceğinden çok korktuğum için onu da sildim...

Sonra bir çay aldım...Bahçeye çıktım...Bizimkiler bahçede toplu halde çay içiyorlardı, martıya benzer gülme sesleri geliyordu... Ben de katıldım, bişeyler anlattım onlara, bir ara kendimizden geçtik, birbirimizi omuzlarımızdan itip dürtmeye filan başladık gülerken. En çok eğlenen ben olmak istiyordum böyle gülerken ağlayayım, ağlarken de en tiz martı sesini çıkaran ben olayım...Başardım sanırım..."Kızım çok komiksiiinnnn" filan diyenler oldu...Hiç komik değildim esasen, olmak da istemiyordum...Çıkardığım o en tiz martı sesinde bile ciddiyetten ölen bir kadın vardı...Sessiz sedasız öldüğünden kimse onu fark etmedi...

Akşamüzeri arkadaşım beni bizim sokağa bıraktı...Bir ara evin yönünden sapıp caddeye çıkıp alışveriş yapmayı planladım. Herhangi bir alışveriş...Hani kadınlar içindeki boşluğu harcadığı parayla doğru orantılayınca sıkıntıları geçiyordu, buna inandırılmıştık ya bir deneyeyim ne çıkar dedim...Mağaza vitrinleri öyle hüzünlü göründü ki gözüme, "teşhir ürünü" ne demektir ya terbiyesiz.!.Sanki kıyafetler satılmaktan utanıyorlarmış gibi bir duyguya kapıldım, çok hüzünlendim...Bari market alışverişi yapayım dedim. Öyle ki, ekmek ve yumurta dahil, hiç bir şeye ihtiyacım yoktu...Ekmeği dilimli paketler halinde alıyordum ve neredeyse 2-3 hafta yiyordum...Yumurta da vardı...Evet hiç bişeye ihtiyacım yoktu, çünkü esasen sandığımız kadar çok şeye ihtiyacımız yoktu..."Yalan dolansın be kapitalizm" dedim içimden (aaa bu da yazılabilir bak facebook'a :) ) kalktım eve geldim...

Sonra oturdum bunları yazıyorum...En azından blog, günlük gibi bişey ne istersem yazarım, kimseyi ilgilendirmez, lise öğretmenimle, annemin arkadaşını bile...
Ama yok burası da kesmedi beni...Sanırım birazdan gidip mutfakta kendimi ifade etmek için yeni yollar arıycam...Aslında "kabak dolması"ndan daha güçlü bir ifade biçimi hayal edemedim şuan...

Kabak dolması içimizdeki boşluğu dışa oylumsal şekilde çıkaran, evrende her boşluk mutlaka başka ve yeni birşeyle doldurulur kuramından hareketle pirinçsel olarak gerisin geri içeri tıkılan, kendini en gerçekçi bir ifade etme biçimidir...Evet "kabak dolması"..!.

24 Ağustos 2014 Pazar

İYİ HİSSETTİREN BİŞEYLER

80'li yıllarda, ben küçük bir kız çocuğu iken, annem ev hanımı olmasına rağmen, (bilirsiniz çarşı-pazar filan annelerin her daim işleri olabilir) beni bazen yengeme bırakırdı. Yengem, amcamın eşi, buğulu yeşil gözleri olan, çok güzel bir kadındı. Ben genel olarak masa altında oynamaktan zevk alan, sessiz, uslu bir çocuktum. Ama neticede çocuktum. Uslu oluşum, sevilince şımarmayacağım anlamına gelmiyordu.

Yengeme misafir olduğum günler, salonundaki büfede kendisinin ne kadar çeyizlik eşyası varsa indirtir, onlarla oynardım. O dönemler annelerin vitrini müze envanteri gibi bir şeydi ve dokunulmazlığı vardı. Çeyizlik takımlar ancak çok önemli misafirlere çıkardı. Oysa ben: "Şuradaki şekerliği de istiyorum yenge, o kapaklı gümüş kutuyla da oynayabilir miyim?" derdim ve yengem, yüzünde en ufak olumsuz bir ifade olmaksızın, gülümseyerek çeyizini oynamam için ayaklarıma sererdi. Tabi ki kırılması çok muhtemel nadide parçalar hariç ama evde olsa asla elimi süremeyeceğim şeylerle oynamama izin verildiği için zafer kazanmış gibi bir duyguyla saatlerce evcilik oynardım.

Hatırlıyorum, özellikle (yanılmıyorsam) bakır, sosluğa benzeyen bir kap vardı. Sosluk olduğunu içinde duran kepçe gibi çukur küçük kaşıktan anlıyorum. Sulu şeyleri servis etmek için tasarlanmış değişik bir eşyaydı. Kasenin küçük bir kapağı da vardı ve kapağın üzerindeki delikli bölme sayesinde küçük kepçenin sapı buraya yerleştiriliyordu. Böylece kepçe, kaymıyor, düşmüyor, yerine cuk diye oturuyordu. Favori oyuncağım işte bu küçük sosluktu. Onun çok büyük bir çorba tenceresi olduğunu hayal eder, sözüm ona evime gelen hayali misafirlerime gün boyunca çorba dağıtır dururdum.

Ben yerde onun çeyizlik eşyalarıyla oynarken, yengem işi varsa arada gelir bana göz ucuyla bakar, hala misafirlere çorba dağıttığımı görünce gülümserdi. Eğer işi yoksa o da yanıma oturur, birlikte evcilik oynardık. Hayali evime gerçek bir misafir geldiği için çok mutlu olurdum.

Annemin gelişiyle kapıdaki zil titrediği zaman oyunum yarım kaldı diye azıcık bozulur, annem geldi diye de sevinçle karışık heyecanlı, çocukça bir duyguya kapılırdım. Annem her defasında büfedeki eşyaları indirttim diye kızdığı için, o daha merdivenleri çıkarken ben aldığım eşyaları büfedeki yerlerine koyma telaşına kapılırdım. Son bir kaç parçayı koyarken de mutlaka yakalanırdım.

- Yine mi indirdin yengenin eşyalarını büfeden?! Yenge (annem de kendisine yenge der) üzdü mü seni çok? Yaramazlık yaptı mı? Ay ne olur kusura bakma...
Annem bunu her söylediğinde yengeme dönüp gözünün içine bakar, yaramazlık yapıp yapmadığımı çok merak ederdim. Yengem :
- Yok yahu, yavrum uslu uslu bütün gün evcilik oynuyor, hiç yükü yok, derdi.
- Eşyalarınla oynamasın yenge, izin verme ne olur.
- Aman allah aşkına Cikcik'ten önemli mi? Kırılırsa kırılsın.  
Bu diyaloğun sonunda yengem benden yana çıktığı ve onu üzmediğimi düşündürdüğü için bir galibiyet de anneme karşı kazandığımı varsayar, onları dinlemiyormuş gibi görünür, şımarık şımarık hareketler yapardım.
Bu çoğu zaman bale yapıyormuş gibi yaptığım figürler olurdu. Bir çeşit mutluluk dansı. :)

Yengem bana nadiren ismimle hitab eder, genellikle de biraz önce sözünü ettiğim gibi "Cikcik" derdi. Bu lakap, ailenin o dönemlerde en küçüğü ve zayıf bir çocuk olmamdan kaynaklanıyordu büyük ihtimalle. Bir de "Kunupşa" vardı. " Kunupaki" de denebilir (Yunanca'da nasıl yazıldığını bilmiyorum, yengemden duyduğum ve hatırladığım şekliyle söylüyorum). Rumca "sivrisinek" anlamına gelen bu kelime, izlediğimiz bir Yunan komedi dizisinde geçiyordu ve yine ufak tefek olmamdan olsa gerek benim ikinci takma ismim olmuştu.

O yıllarda Kuşadası'nda dönemin tek kanalı TRT'den çok, alıcılar tam karşımıza denk düşen Samos (Sisam) Adası'nın yayınını çekerdi. Biz de akşamları ailecek siyah-beyaz televizyonumuzdan çoğu kez Yunan kanallarını seyrederdik. Onların da tıpkı bizim TRT gibi ET1 ve ET2 diye iki adet devlet kanalları vardı o zaman. Yayın akışı tıpkı TRT'ye benzerdi. Bir halk oyunları ve geleneksel müzik programının ardından, bizim "Türkçe sözlü hafif batı müziği " programlarımız gibi, onların da "Yunanca sözlü hafif batı müziği ! " şarkılarının yayınlandığı başka bir program başlardı. Ben Türk televizyonlarında "Türkçe sözlü hafif batı müziği"ni tercih ederken, Yunan yayınlarında geleneksel tarzı beğenirdim.

O dönem 80'lerin ortalarıydı ve henüz tv'lerde dizi çılgınlığı bu kadar çığrından çıkmamıştı. Eğer olur da antenimizi döndürüp TRT'yi ayarlayabilirsek, "Kara Şimşek" i izliyorduk bir tek. İşte bir de Yunan kanalında bir kaç yerli dizi vardı onlarla vakit geçiriyorduk. Tabi ki izleyerek Yunanca falan öğrenemedik. Bizimki, yaşanılan dönem gereği, "akşam ailecek tv karşısında oturulur" kuralını uygulamaktı sadece. Bir tek yengemin azıcık Rumca'sı vardı. Onun ailesi de benim baba tarafım gibi Girit göçmeniydi. Ama yengem Rumca pek çok kelime biliyor ve anladığı kelimelerle dizileri bize çevirebiliyordu. İşte içeri sivrisinek girmesin diye komik komik şeyler yapan bir adamın anlatıldığı bir Yunan parodisinden lakabım "kunupşa" kalmıştı. Büyüdükçe de durum değişmedi hep yengemin Cikcik'i ve Kunupşa'sı olarak kaldım.

İlkokul döneminde, gittiğim okul amcam ve yengemin evlerinin karşısındaydı. O yüzden okul çıkışlarında annem oradaysa yine yengeme gider, değilse çıkış saatimde mutlaka camdan baktığı için ona el sallamadan evin yolunu tutmazdım. Şayet annem yengemdeyse ikisi birden camdan bakıyor olurlardı. Annemin orada olduğuna sevinir koştura koştura ikinci kata çıkardım. Annem ve yengem salonda karşılıklı otururlar, ben cam kenarı ve soba yanı harika yerimden asla vazgeçmezdim. Zaten yengem de bana orayı ayırmış olurdu. Pencereden, kucağımda çayım ve yengemin yaptığı muhteşem ikramlar ile hala kalabalık halde bulunan okul bahçesini izlerdim.

O yıllarda Söke'de kalorifer henüz keşfedilmemişti. İhtimal öyle bir teknoloji, hele de iklimi yumuşak geçen yerler için lükstü. Hemen bütün evlerde gaz sobası yakılırdı. Soba, hangi odada oturuluyorsa o odaya kurulur, haliyle diğer odalar soğuk olurdu. İşte gaz sobasına kalorifer düzeneği ekleyerek tüm evi ısıtmayı başaran o dönemin tek mucidi benim amcamdır. O yüzden soba ve pencere arasındaki özel yerimde, ayaklarımı da camın önündeki peteğe dayayarak yanaklarım kızarana  kadar ısınırdım. Her defasında da amcamın bu büyük keşfine hayranlık duyarak...

Yengem ve amcam tatlıya çok düşkünlerdi. Bizim ailede haftalarca sürünen herhangi bir tatlı, amcamın :
 " Getirin bakalım yav, o baklavanın bir ifadesini alalım" ya da " şu sütlaca bir isabet ettirelim " laflarıyla saniyesinde biterdi. Ben alışıla gelmiş çocuk iştahıyla evde ağzıma tatlı sürmez, amcamlarda yedikçe yiyesim gelir, anneme o bildik mahcup cümleyi söyletirdim:
- Vallahi evde olsa yemez, burada kıtlıktan çıkıyor! :)
Bir keresinde yine çok küçükken (4-5 yaşlarında) anneannem rahatsızlanmış, annem ve babam apar topar Antalya'ya gitmişlerdi. Ablam, abim ve ben amcamlarda kalıyorduk. Sabah kahvaltısında amcam, taze ekmek dilimi üzerine tereyağı sürüp, üzerine toz şeker ekip yiyordu. Benim yan yan baktığımı görünce bana da bir tane hazırlayıp verdi. Toz şekerli yağlı ekmek o kadar hoşuma gitti ki o saniye mideye indirdim. Amcama:
- Bir tane daha yapar mısın amca ? dedim.
Amcam bir ekmek daha hazırladı. Onu da çabucak yediğimi görünce " 1tane daha?" dedi. Kafa salladım. Bir ekmek daha hazırladı. Böyle böyle 4-5 yaşlarında sivrisinek lakaplı küçük bir kız çocuğu olarak tam 12 tane tereyağlı şekerli ekmek yedim. Amcamla yengem gülmekten kırılıyorlar, yengem bir yandan "Dokunacak çocuğa Ziya!" diye endişeleniyor, amcam da: "İstiyor çocuk, hiçbişey olmaz " diye ekmeklere şeker dökmeye devam ediyordu. On iki ekmekten sonra günü nasıl geçirdim hatırlamıyorum ama kahvaltı sonrasında gerçekten artık nohut yutmuş göbekli bir Kunupşaydım! :)

Yengemin Giritli Mutfağına da değinmeden geçemeyeceğim. Özel günlerde bir araya geldiğimizde yengemin menüsünde mutlaka " havuçlu pilav" , börek gibi yapılan bir çeşit et sulu mantı, arapsaçı, şevketi bostan ve çıntar dediğimiz bir çeşit yabani mantar olurdu. Kulak tatlısı denilen bol susamlı şuruplu bir tatlı ya da sanırım kayısıdan yapılan bir çeşit meyveli pelte de bu menüyü tamamlardı.

Dondurma mevsimi Eylül'de biter, bizim aile için 19 Mayıs'ta başlardı. Bayramın yanısıra yazın habercisi olduğunu düşündüğümüz bir tarihti sanırım. 19 Mayıs'ta amcamlarda toplanır, evlerinin altındaki "Yalı Pastanesi"nden şimdiki gibi kremaya benzeyen değil, gerçek pastane dondurması alırdık. Amcam kiloluk paketle aldığı dondurmayı eve getirdiğinde külahlara kim nasıl istiyorsa o şekilde bölüştürürdü. Çikolatalı dondurmayı hiç sevmezdim, sırf renkli diye çilekli, limonlu ve sade dondurmayı tercih ederdim.

Baharın geldiğine kanaat getirdiğimiz 2. etkinlik ise bu kez bizim evin karşısında bulunan büyük parkta, baharda açılan çay bahçesinde piknik yapmaktı. Söz konusu park çok büyük ve çok güzeldi (Ya da çocukken bana öyle geliyordu bilmiyorum). Fakat hakkında türlü söylentiler dolaşırdı. Parktan geçmenin sakıncalı olduğu, sapıkların kol gezdiği, sürekli çocuk kaçırıldığı efsaneleri kulaktan kulağa dolaşırdı. Söylentiler yüzünden evimizin dibindeki bu yere son derece mesafeliydik. Annem okul dönüşlerinde parkın içinden geçmeden eve gelmem konusunda beni sürekli uyarırdı. Bahar geldiğinde parkın içinde bir çay ocağı açılır, çimenlere bir kaç masa atılırdı. Yine de çok kişi gitmeyi tercih etmezdi. Cesur yengem dışında...Yiyecek bir şeyler hazırlayıp anneme telefon ederdi:
- Ay hava çok güzel, evde mi oturalım canım, al Cikcik'i de parka gidelim, çocuk da bir hava alsın bunalacak evde, derdi.
Bir kaç komşu ve akraba ile birlikte dışa açılan yüzümüz yengem sayesinde parktaki o çay bahçesinde harika bir piknik yapardık. Etrafıma bakar, sapık ya da çocuk kaçıran birinin olmamasına şaşırırdım. Bu iddialar kesin asılsızdı da, yine de tek başıma parka gitmeye cesaret edemeyeceğimi düşünürdüm.  

Daha da büyüyüp lise yıllarına geldiğimde cuma günleri yengem ertesi gün tatil olduğundan, rahat rahat oturalım diye beni çağırır ve kimsenin evin çocuklarına yapmadığı bir jest yaparak, televizyonun kumandasını bana verirdi.
- Bugün cuma, çocuğun tatil günü, o nereyi isterse orayı izliycez, derdi amcam ve babama.
Amcama saygısızlık etmek istemez, babamdan da acaba bişey der mi diye hafif tırsarak, yengemin bana uzattığı kumandayı nazikçe geri çevirirdim. Ama yengem bu konuda o kadar ciddiydi ki zaman zaman gerçekten de "Açık Oturum" filan yerine " Bir Başka Gece" isimli bir eğlence programını ya da " Yalan Rüzgarı" nı filan izlemişliği vardır zavallı amcam ve babamın benim yüzümden :)          

Şimdi benim de yeğenim var, isterim ki yengemin ve amcamın verdiği kayıtsız şartsız sevgiyi ben nasıl hep hissettiysem, onun da çocukluğunu hatırladığında böyle güzel bir his geçsin içinden...Sevildiğini hissetmekten daha güzel bir çocukluk anısı olabilir mi hiç ?...