1 Aralık 2015 Salı

KAFE'DE...

Şöyle büyüğünden bir hamburger istedi kadın. Yanında elma dilimli patatesi ve salatası olan...
Patlıcan yatağında sebze istedi adam. Çatalıyla bıçağını her defasında dikkatle tabağına dayayarak yedi. Kadın iştahla hamburgerini ısırıyordu. Hiç konuşmadılar. Çatalla bıçağın ve hamburger ısırığının arasından bir ara göz göze geldiler. "Senin hakkında hiç bir şeyi merak etmiyorum" dedi, adam gözleriyle kadına.
"Senin hakkında merak ettiğim hiç bir şey kalmadı"dedi, kadın gözleriyle adama.
"Karşısında oturan insan hakkında hiç bir şeyi merak etmemek ne fena bir şey" dedim ben. Yan masadaydım...

***

- Onun gözlerine bakamıyorum! dedi başka masada bir kadın.
- Neden? diye sordu arkadaşı olan diğer kadın.
- Beni içine çekiyor gözleri de ondan, dedi kadın.
- Öyle güzel yani? dedi arkadaşı olan kadın.
- Öyle güzel! dedi kadın.
- Köşede oturanların çayını yazmış mıydın? diye sordu o sırada kapıda dikilen uzun boylu garsona kısa boylu olanı.
- Yo, sen yazmamış mıydın? diye cevap verdi öteki.
- Yazmadım ben de ya, çoktan gittiler, hay allah! dedi kısa boylu garson çocuk. "Şimdi önemli böyle şeyler ama kendi yerimi açınca o kadar önemsemem unutulan çayı" diye devam etti.
- Kendisine de söyledim dedi arkadaşına o sırada başka masadaki kadın.
- Ne dedin? dedi arkadaşı olan kadın.
- Babama da söyledim dedi kısa boylu garson çocuk.
- Ne dedin? dedi uzun boylu olanı.
-  İçine çekiliyorum gözlerinin bakınca dedim, dedi masadaki kadın.
- Kendi yerim olunca dedim, dedi kısa boylu olan garson çocuk.
- Gerçek olamayacak kadar güzel, dedi masada oturan kadın.
- Gerçek olamayacak kadar güzel, dedi kısa boylu garson çocuk.

Gerçek olamayacak kadar güzel olan hayaller asılı kaldı bir kafenin kahve kokulu tavanında!

28 Ekim 2015 Çarşamba

BIRAKIN GENÇLER OYNASIN



Esma Burcu Sereli, İstanbul Art News, Mart 2015

Büyütmek için yazının üzerine iki kez tıklayınız, iyi okumalar...

14 Ekim 2015 Çarşamba

...

Ben niye ölmedim, bilmiyorum...Üzüntüden ölür müyüm diye bekledim en azından...Hiç bir şey olmadı...Hayat devam ediyordu...Hayat devam e...Hayat dev... Hay! Hay ben o hayatın ta...
Küfrediyordum ama içim hiç rahatlamıyordu. Öte yandan gerçekten hayatın tüm çiğliği ile devam etmesi müthiş sinir bozucuydu. Durması en azından biraz duraksaması gerekmez miydi ya da şoka giren her bünye gibi biraz boş bakması? Oysa sempozyum için gelen misafirlerimiz vardı okulda ve aralarından yalnızca biri gelişini iptal etmişti. Sabah koridorda herhangi biri "çay var mı ya?" diye soruyordu, "sanatçıların sunumları var katılmıyor musun?" Çin'den gelen "Shu Sanath Chı"ya çok teşekkür ederiz. Şak şak şak!

Öğleden sonra rektör toplantı yaptı. Bütçeler, planlar, kadrolar...Hocalardan birisi "artık ÖYPli araştırma görevlileri gelmeyecek ama ÖYP'lileri çok seviyoruz" dedi. Aklımda kalan tek cümle bu oldu toplantıdan...Çünkü hiç inanmadım. Kimse kimseyi sevmiyordu ki, bir üniversite kendisine yök tarafından dayatılarak gönderildiğini düşündüğü araştırma görevlisinin de aşağısı (bu onlara göre tabi), iki de bir de "ÖYEPE'li ÖYEPE'li" diye yaftalayıp durduğu bir takım insanları sevsin!? Üniversiteyle ilişkimiz askerlikte sürdürülen nişanlılık gibiydi. Bizi sevmeyen sevgilimiz gerçekleri söylemek için askerliğimizin bitmesini bekliyordu, bittiği gün yüzüğü kafamıza atıp, açılan yeni kadrolar için, yerimize yeni kafalar saymaya başlayacaktı bile...Gerçi bu okul benim gençlik sevgilim, ilk göz ağrım...Bir "Öğğ Yeeğğ Peeğğ"li olarak geri döndüğüm canım uzatmalım; işte böyle kafama yüzüğü fırlattığında ona iki çift lafım olacak: "Beni beni Bihteri'ni ? "!!!

Bölümlere dağıldık toplantıdan sonra...Sır hazırladık bir ara...Hiç bir yere sığmıyordum, müthiş bir şekilde yalnız kalmak ve kimseye bağlanmak istemiyorum bu ara... Ekmeği bile değişik değişik bakkallardan alıyorum. Yeni odamız çok güzel ama sanki hiç benim değil. Kızlar çok güzel düzenlediler. Gerçi bir ara beni de yapışkanlı kağıtla kaplayacaklar diye korkmadım değil...Onlar mutlu olsun istiyorum. Ama ben hiç değilim. Olmak da istemiyorum galiba...Ara ara çok eğlendiğim anlar oldu oysa, kahkaha bile attım. Sonra yine aynı derin hissizlik...Hiç bir şey hissetmediğim anlardan çok korkarım, nefret de olsa bir şey hissetmek iyidir. Ama hissetmiyorum...Yalnız kalmak istiyorum...

"İyi görünmüyorsun" dedi biri, "hasta mısın?" diye soran oldu..."Sen niye iyi görünüyorsun, neden hasta değilsin?" diyemedim. Susuyorum, sinirle aklımdaki her şeyi söyleyiverdiğim anların aksine sonsuza dek susmak istiyorum. Daha büyük acıları olan insanlara saygımdan,elimden hiç bir şey gelmediği için kendime sinirimden, hayat böyle döngüsünün keyfini hiç bozmadan devam edip durduğu için, günlük sıradan bayağı bütün dertlerimizin tiksintisiyle, delirmeyeyim diye susuyorum!

- Hocam sanatçılardan birinin kili bitti alayım mı avludan bir paket?
- Al al! Sen 100 kişi ölmemiş gibi kil taşı, o da 100 kişi ölmemiş gibi kilden ördek yapsın!

Sahi ben niye ölmedim bilmiyorum...
    

1 Ekim 2015 Perşembe

ŞANS


Biraz şanslıyım ben...Gittim Ege'de doğdum mesela...Deniz sesiyle büyüdüm...Çocukluk korkularımdan biri büyük bir tsunaminin evimizi alıp götüreceği idi...Ege'nin dar bir iç deniz olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Sonradan öğrendiysem de, hala rüyalarımda böyle sahneler görürüm. Aklıma tek gelen ölüm şekli boğulmaktı. Başka nasıl ölüneceğini düşünemiyordum. Yaşam denizden geliyordu madem, denize gitmeliydi.

Zaten daha çok yaşamaya odaklıydık. Daha önce de defalarca yazdığım gibi şahane insan; babam sayesindeydi bu. Evet o kadar şanslıydım ki, bir de üstüne üstlük harika bir ebeveynim vardı. Misal, ben mitolojiyle ve "Yunan Filozofları"yla ilk kez lisede ya da üniversitede tanışmadım. Bizim yaşadığımız yerde, gündelik hayatın içinde herhangi biriydi mesela Thales. Çünkü 5km. uzaktaki Güllübahçeli'ydi (Miletos) kendisi. Ve oradan okula gelen bir arkadaşımız henüz ortaokuldayken bir toplu mezar keşfetmişti . Bu çocuk her gün kolunun altında değişik bir "kuru kafa"yla okula gelirdi. Biz bu misafirlere isim takardık. Mesela "Bahattin" bir ortaokullu ergenin koltuğunun altında gide gele ortaokuldan mezun oldu gözümüzün önünde :) Yıllar sonra Ankara'da Yüksel caddesinde karşılaştığım bu arkadaşım Bilkent Arkeoloji'yi burslu kazandığını söylediğinde gülmemek için dudağımı ısırdım. Ama ifademden anladı ve bana : " evet Bahattin'in çok emeği oldu " dedi. :)

Hayatın içindeydi mitoloji çünkü babamın adı Homeros'un kökünden gelen "Ömer"di. Dedeleri Girit göçmeniydi ve hikaye anlatmayı çok severdi. Ben de maşallah hayal gücü geniş bir çocuktum, henüz okula gitmeden bir okul dolusu hayali arkadaşım ve bir hayali öğretmenim vardı. Bol keseden atıp tutuyordum ve babam bu hikayeleri gayet ciddiye alarak dinliyor, oysaki tek arkadaşı oyuncak bebeği "Nihan" olan son derece "yalnız" beni hiç bozmuyordu. Denizlerde geçen hikayeler hatırlıyorum, masallar, mitler...Farkında olmadan kim bilir hangi atamızın kulağımıza fısıldadığı İlyada'dan esintiler taşırdı kimi, kimi de full-orjinal baba uydurmasıydı. Küçük bir kız çocuğu için hepsi de müthişti.

Hayatın içindeydi mitoloji çünkü her gelen misafiri ilk gün Priene, Milet ve Didim'e götürür, Bafa Gölü kıyısında balık yemeden bırakmazdık. İkinci gün de Selçuk-Efes istikametine gidilir, Ortaklar'da çöp şiş yenirdi. Hangisini en çok sevdiğime hala karar veremem. Priene'in sütunlarını mı, Milet'deki agorayı mı, canım Efes'i mi, çöp şişi mi, balığı mı? Sanırım hepsini...Ama sanki yine de  Efes'in özel bir yeri vardır ben de...Niyeyse geçmiş hayatımda oralı olduğumu düşünürüm. Şimdilerde dağ ve taşlara sırtını dayamış bol otlu ve denizden epeyce uzak "Liman Caddesi" nde sandalların bağlı olduğunu hayal ederim. Dalgalar ayaklarımı yalar ve kesin saçımda sarı renkli hıdırellez çiçeği takılıdır, ne bileyim...:)

Bütün bu düşüncelere az önce televizyonda gördüğüm Emre Zeytinoğlu neden oldu. Kanal 360' ta Efes'teki Antik Tiyatro'nun merdivenlerine oturmuş, ihtimal program konuğu olan kişiye bir şeyler anlatıyordu. Kendisini görünce durdum, biraz izledim. Efes'in merdivenlerini tanırım. Şimdi gitsem aklıma kazıdığım işaretlerini, taşların yerini bile bulurum. 10 yaşında falandım, sanırım yıl 1989-90 falan olacak; orada o yaz ilk izlediğim konser; " Chris de Burgh" konseriydi. Sonra "Jethro Tull'i gördü bu gözler...Barış Manço'yu, Cem Karaca'yı...Bir de Sezen Aksu'nun Türkiye Konserleri diye bir turnesi olmuştu, onu hiç unutamam. Kürtçe, Lazca, Ermenice şarkılar söylemişti yine kendisine eşlik eden Kürt, Laz, Ermeni sanatçılarla birlikte. Ve o roman havası oynayan kırmızı eşarplı çocuk, lise çağında bir kızın hayallerinde dans etmeye devam ederken hiç utanmamıştı öyle güzel ayağını yere vurmaktan. Resmen benim "al yazmalım" olmuştu. Sevgi neydi? 17 yaşında sevgi; bir konserde çok iyi dans eden kırmızı eşarplı bir roman çocuktu :)            

Aslında ben, öyle kötüydüm ki son günlerde...Biri voltajımı kısmış, ışığım sönmüş gibiydi. Mutsuz bile değildim, anlamlı hiç bir şey düşünmüyordum günlerdir. Ne yapılacaksa onu yapıyordum. Rutin kelimesinin üstüne basıyordum, bastırarak altını çiziyordum, canını çıkartıyordum o rutinin...Daha fenası bundan zevk bile almaya başlamıştım. Buradan yürür giderim diye düşünüyordum, bir 35 yıl daha beni idare eder bu grilik. Günlük hayatımı günü gününe yaşar, her dakikasını banknotlar halinde hiç bir şey yapmadan günlük günlük harcarım.

Sonra işte hep Emre Zeytinoğlu yüzünden Efes'te buldum kendimi. Efes'in bendeki tarihine gittim. Hatırladım, hayal ettim, günlerdir ne diye mutsuzsam bu kez de salak gibi aniden mutlu oldum. Şanslı olduğum aklımdan çıkmış. 17 yıldır hiç aklıma gelmeyen o kırmızı eşarplı çocuğu, izlediğim konserleri, tiyatronun merdivenlerini, Homeros'u, ve benim Homeros'um, "hikayemin büyük bölümünün hem yazarı hem kahramanı" canım babamın anlattığı hikayeleri hatırlattığı için Emre Hoca'ya teşekkür mektubu yazmamak için kendimi zor tuttum. Ama o kadar da kendimi tutamadım işte oturdum bunları yazdım.

Hayat bazen tutukluk yapmış dikiş makinesi gibi sürekli aynı yeri pikelese de, pek çok şey için şanslıyım ben...

6 Temmuz 2015 Pazartesi

ESPRİ

"İnsanların espri yeteneği olduğuna göre, tanrı da espriden anlıyor olmalı" dedi babam...
Karpuz yiyorduk, öylesine konuşuyorduk...
"Vay beee!" dedim içimden...Genellikle babama "vay be!" derim içimden...
Sanırım "Hömeros" kolay olunmuyor! ;)

19 Haziran 2015 Cuma

EVDE

On beş senedir her yolculuğumda, Efes Harabeleri' nin oraya geldiğimizde Kuşadası'na az kaldı diye heyecanlanırım. Otobüs harabeleri geride bırakırken ağır ağır döner, tiyatronun bulunduğu küçük tepeye bakıp, görmüş geçirmiş bu taş harikası yapıya bir selam çakarım. Teras evlerin çatılarına güneş yansır, her defasında gözümle birlikte selamımı da alır böylece Efes! Kıvrılarak devam eden yol, tepenin son yamacını da döndüğünde bu kez deniz çıkar karşıma. Bu, denizle ilk karşılaşma anımızı da çok severim. Her defasında içimi bir mutluluk kaplar. Artık babamın beni karşılamasına az kalır ve birlikte kahvaltı yapacağımız mevsimin ilk taze sabahına...

Evde ilk işim yeni bir çiçek dikilmiş mi diye saksıları kontrol etmek olur. Babam anlatır: "Beyaz sardunyanın saksısını değiştirdim, asmayı da budadım, fark ettin mi?" Etmez miyim...Eve gelirken yoldan simit almış oluruz. Ankara simiti değil ama...Burada simitler yayvan ve yumuşak olur, bunun içindir ki ihtimal, adına "gevrek" denir. Yoksa sadece "Ege'de ona şu denir, buna bu denir" ukalalığından değil! Bahçedeki tek kadirşinas zeytin ağacının zeytinleri, taze çökelek dökülmüş domates söğüş, nam-ı diğer "çingen pilavı" ve taze çay eşliğinde sırasıyla komşularımızı sormaya başlarım. Babam benim geldiğim ilk sabah gayr-ı ihtiyari masadaki yerini bana verir ve denize doğru oturmamı sağlar. Denizi seyretmeyi özlediğimi bilir. Aslında onu daha çok özlemiş olurum, bunu da bilir mi bilmem...

Daha kahvaltıdan akşam yemeğindeki rakıyı balığı konuşuruz. Kirazlı Köyü'ndeki keşkekçi ve mutlaka Söke Pidesi planlarımıza dahil edilir. Her gün sabah erken kalkıp yürüyeceğimize ve denize gireceğimize "baba-kız" sözü verilir. Babamın "alışmasınlar yemek verme, bahçeye 30 tane yavru geliyo sonra!" diye güya beni uyarıp sonra bizzat kendisinin sokağın köşesine bıraktığı yemeğe çoktan alışmış olan kedicikler bana hoşgeldine gelirler. Babam " heh heh keratalar" diye bıyık altından kedilerin "gözün aydın" mesajına karşılık verir.

Zaman yavaş akar. Haaattaaa baağğğzeeeenn bayaaa yaavvaaaşşşşlaaaarrr.
Levent Abi'nin küçük kızı bisikletle evin önünden her geçişinde "afiyet olsun" ya da "iyi günler" der. Karşı komşumuz Can Teyze bana her defasında "kilo vermişsin geçen yıl biraz topluydun" der. "Demek ki aslında her sene topluyum" diye düşünürüm o sırada içimden, yoksa o hesaba göre bir deri bir kemik kalmam gerekirdi:).Yine de eşiyle birlikte beni balkonlarında misafir  edip " şeker kız bu, şeker kızım benim diye severler" Yani kilomu bilmem de, aslında yaşım değişir ama Can Teyze'yle Haluk Amca'nın beni sevme biçimleri hiç değişmez. Böyle bazı şeylerin değişmemesi ne iyi gelir insana. Yan gözle babamın balkonda yalnız oturduğunu görünce, bir daha kahveye geleceğime Can Teyzeye söz verir, evin yolunu tutarım. Yolda çocukluktan kalma alışkanlıkla mazılara dokunurum yürürken, yine yeniden eve hoşgelirim!  

6 Mart 2015 Cuma

DİLİM

Özgür'ün çizdiği çimenler
Zamanı gerçekten bir ekmek gibi dilimlediğimi ve o yumuşacık dilimi ekmek sepetinin en altına sakladığımı düşündüm dün gece...Özgür'ün çizdiği çimenler gibi sıralanmıştık yan yana, tek tek, çizgi çizgi...Özgür'ün o elma yanağının arkasından görebildiğim kadarıyla annem ağlıyordu. Zaten ağlarsa anam ağlardı, gerisi yalan ağlardı. Uyursa Özgür uyurdu, daha güzel kimse uyuyamazdı. Atarsa Esma atardı, içine öyle bir atardı ki dünyayı yutmuş gibi olurdu. İşte o zaman dilimi, yumuşak, sıcak, taze hep durur o dünyada...