29 Ocak 2014 Çarşamba

BABA İLE DİYALOGLAR I

Güüüüüüümmmmm!!! Haaarrrrççççç!! Raavvvvvvv! (şimşek sesi)
- Ohaaa!! Baaabaaa çok yakın bir yere düştüüüüü!!
- Yaaa evet böyle oluyor bazen...Çok severim ben böyle havayı, hatta çıkar bakarım nereye yıldırım düştü diye...
- Baba yaa çıkılır bakılır mı hiç, sakın çıkma!
- Niye?
- E canım düşer üstüne müstüne allah korusun, çıkma evden...
- Üstüme mi düşcek? ha ha, düşmez yaav, düşerse de tutarım!! heh heh!

Yıldırım tutan kahraman babam! :)))))))))

22 Ocak 2014 Çarşamba

FIRTINA

Ankara DT'de bu hafta harika bir hafta, çünkü; "Shakespeare Haftası" !  Hafta boyunca en harikasından Shakespeare oyunlarıyla gözümüz gönlümüz açılacak. Neler yok neler ; Hamlet, Othello, Macbeth, 12. Gece, Venedik Taciri veeeeee Fırtına!

Bendeniz bir süredir "allahım bir mübarek çıksa da Şekspir'in Fırtınası'nı sahneye koysa, şöyle bir izlesek" diye dualar etmekteydim. Şehre belki bir film gelir ümidiyle gelen giden oyunları araştırmakta, DT'yi zaten sürekli göz ucuyla takipteydim. Ümitlerim tam tükenmişti ki; nihayet geçen hafta tesadüfen internetten aylık programını açtım Ankara DT'nin. Bir de ne göreyim, Şekspir haftası var ve İzmir DT konuğumuz olmuş Fırtına'yı oynayacak!
Haberi alınca kalkıp göbek atmadıysam da, hafiften omuzlarımı silkelediğim doğrudur! :)
Bu oyunu bana Şekspir oyunlarını ilk okumaya başladığımda bir arkadaşım önermişti. (İzninizle Şekspir'in adını okunuşuyla yazıyorum çünkü her defasında yazılışını doğru tutturmak çok zor oluyor, Ahmet, Mehmet değil ki bu! O yüzden hoşgörürsünüz sanırım...:) )

Okuyunca gerçekten arkadaşımın ne demek istediğini anladım. Büyücü kral Prospero, esrarengiz peri Ariel, ucube yaratık Caliban ile fantastik olarak tabir edilebilecek bir oyun olan "Fırtına" otoritelere göre de alışılagelmiş Şekspir oyunlarından ayrılıyor.
(bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/F%C4%B1rt%C4%B1na_(oyun))

Neyse efendim hemen bir bilet edinerek izlediğim bu oyunda, bir parça hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Oyunun metnine bu kadar bayılıp, oyun boyunca bir nebze sıkılmama engel olamadıysam sanırım iyi sahnelenmiş bir versiyonuna rastlayamadım diye düşünüyorum. Herşeyden önce metnin altında hiç kesintiye uğramayan efektler kullanıldığı için (sürekli ama sürekli) oyuncular mikrofon kullanıyorlardı, bu da bazen seslerin gereğinden fazla ya da boğuk çıkmasına neden oldu. Yer yer Prospero büyücülüğünü ve krallığını da abartınca söylediklerinin çoğu anlaşılmaz hale geldi. Anlayacağınız o güzelim tiratlara yazık oldu! Ariel şimdiye kadar rastladığım en orjinal karakterlerden biriyken, sürekli elini kolunu çırpıştıran kanatlı elbisesi içinde daha ziyade "minik kelebek" diye tabir edilebilecek, adeta başka bir oyundan sahneye karışmış bir karaktere karşılık geliyordu. Oysaki Ariel karakterinin daha sessiz, daha sabit, daha görünmez, ruh gibi olması gerekmez miydi? Ellerini niye sürekli çırpıştırıyor diye çok kafama takıldı...Peri diye bu kadar düz algılanmaz ki bir karakter!

Dekor ve efektlere tekrar değinmeden edemiycem, gerekli gereksiz kulağımızı sağır eden gökgürültüsü sesi, şimşek efekti, ve sahneye yansıtılan onca görsel efektten kaçı gerçekten gerekliydi bilemiyorum. Söz konusu ada, büyülü ve esrarengiz olduğuna göre daha yaratıcı ve kullanışlı bir dekor olabilirdi diye düşünüyorum.

Caliban'ı canlandıran oyuncu kısmen kafamdaki Caliban karakterini karşıladı denebilir. (oyundan kimsenin ismini vermediğim için onunkini de yazmıyorum) O korkunç mikrofona rağmen ses tonu, duruşu, kendisinin ucube bir yaratık olduğuna seyirciyi inandırdı. Henüz saymadığım diğer bütün karakterler çok sıradandı. Lafını bile etmiyorum o derece...

Buarada seyirci demişken, seyirci gözle görülür bir şekilde çok sıkıldı. İlk kez Ankara seyircisinin üflediğine püflediğine tanık oldum. Yanımdaki genç 1. perdeden sonra geri gelmedi...Arkamdakiler sürekli "noluyo ya şimdi öyle, bu adam in mi cin mi, ne ki bu? " filan diye, yorumlarından anladığım kadarıyla oyunun konusundan hiçbirşey anlamadılar. Tabi tam burada biraz seyirciye, yani kendimize de çuvaldız batırmak gerekir...Her oyun gibi Şekspir oyunları da, az biraz yazar ve söz konusu oyun hakkında hiçbişey okumadan gidildiğinde, oyunun belki de 100'de 40 'ı erozyona uğramaktadır. Hele de Şekspir 'in oyunlarının çoğunluğu Roma mitolojisine dayandığı için hatta mitoloji hakkında bişeyler bilmezseniz, oyundaki pek çok göndermeyi sadece söz oyunu zannedebilirsiniz. Bu, mitoloji bilmeden sanat tarihi yorumlamaya benzer. Yani mümkün değildir.

Söz gelimi, Şekspir'in pek çok oyununda "elinde çalı süpürgesi tutan adam" lafı geçer. Bu tabir, o dönemde ayın üzerindeki lekelerin, "elinde süpürge tutan adama" benzetilmesinden dolayı "ay" ı anlatmaktadır. Bu oyunda da vardı, ve arkamdakiler "süpürge tutan adam nerde" diye oyuncuların arasında aydede'yi aradılar bilmeden, tabi bulamadılar!

Şunu da söylemeliyim ki; Şekspir haftasındaki bütün oyunları izleyemedim, çok sevindirici ki hepsinde biletler tükenmiş durumda...Yani seyircilikten aldığım ukalalığı burada bitirmeden önce, Ankara DT 'de geçen sezondan beri oynayan Venedik Taciri'ne de deyinmeden edemeyeceğim. Geçen yıl 3 kere izledim, bu sene de fırsat bulursam yine gidebilirim. İşte başarılı Şekspir uyarlamalarından biri!.. Sanırım başrolde Shylock olarak izlediğimiz Tamer Levent'in de bunda payı büyük. Usta oyuncu öyle bir Shylock karakteri çiziyor ki; olması gerektiği gibi ona kızsanız kızamıyorsunuz, üzülseniz üzülemiyorsunuz , bütün duygularınızı boğazınızda kilitliyor. Sahnede diz çöktüğü tirat sahnesinde kendi kızım evden kaçmış gibi hissediyorum, gidip Jesica'yı "ne olursa olsun bir baba bu kadar üzülür mü" diye saçından sürüyesim geliyor...İşte hiç de entellektüel olmayan son derece samimi bu eleştiri yazısında, bir duygunun seyirciye nasıl aktarıldığını varın artık siz düşünün...! :)

Konuya dönecek olursak;
Eh işte, biraz yönetmen ve oyunculardan, biraz da seyircilerin gayretiyle daha iyi Şekspir oyunlarında görüşmek ümidiyle...

Şanslıysanız biletlere alttaki adresten ulaşabilirsiniz :

http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar.html

11 Ocak 2014 Cumartesi

DURAKTA...

Sıhhiye'de Beytepe durağının önündeki banklarda bir adam oturur. Hayat saçıyla sakalı arasına karışmış gibi dursa da, yine saçıyla sakalı arasından bakar hayata...Ne görür, nasıl görünürüz gözüne hep merak ederim, hiç bilemem...

Geçenlerde servisi kaçırdım ve okul otobüsünü yakalamak için Sıhhiye'deki durağa gittim. Saat sabahın 8 buçuğu, hava tam bir Ankara ayazı...Öğrenciliği hatırlamak ve öğrencilik halini anlamak için iyi bir deneyim yaşatır insana bu durak. İp gibi dizildik de dizildik Sıhhiye köprüsünün üzerine...Sıranın sonu, önce az gerideki büfeye oradan da sonsuzluğa doğru aktı. Görmez olduk sıranın sonunu bir süre sonra...15 dakikaya filan yüzüm dondu, 20. dakikanın sonunda hangi akla hizmet parmaksız eldiven giydim diye içimden küfrettim kendime. Don neticesinde kar gelinliği giymiş gibi görünen ağaçlara ilişti gözüm, bir süre de onları izleyerek oyalandım. Bakış ve görüş alanımı soğuktan iyice atkımın arasına sıkıştırdım ve bir süre sonra sadece önümdeki çocuğun kapşonunu görmeye başladım. Buarada yarım saat geçti henüz, tam konforsuz ayakta bineceğimizi bildiğimiz otobüsü büyük bir ümitle beklerken...

Derken...
Tam solumda bankta oturan biri olduğunu farkettim. Başından beri oradaydı aslında ama ben kafamı soğuktan sağa sola çeviremediğim için, sadece orada biri olduğunu hissediyordum. Kafamı biraz o tarafa çevirmeye çalıştım...Bir adamın bankta oturup, gazete okuduğunu ve çekirdek çitlediğini farkettim. Bu soğukta bankta oturup gazete okuyup çekirdek çitleyebilecek tek adamın, o orada her zaman gördüğüm adam olabileceğini düşünerek, kafamı bi gayret tam olarak banka çevirdim. Ta kendisiydi... Yarım saattir orada sıcacık bir odada, çıtır çıtır şöminenin başında oturuyormuş edasıyla, elindeki gazeteyi pazar günü rehavetiyle evirip çevirip tüm ciddiyetiyle okuyor, cebinden de avuç avuç çekirdek çıkarıp çitleyip çitleyip üfürüyordu kabukları. Bizim çok soğuk bir havada bir durakta yarım saatten fazla otobüs beklediğimiz gerçeği kadar onun bahsettiğim şömineli, sıcak odasında, pufidik koltuklar üzerinde dizlerinde battaniyesi elinde çayı ve çekirdeği başka bir gerçeklik yaşadığına yemin edebilirim...Bazen aynı resim içinde farklı gerçeklikler yaşanabilir pek tabi ki...Benim gerçekliğim eksi 5 derece olduğu için, bu seferde kafam sol tarafa tam dönmüş şekilde bu adamda takılı kaldı. Ben onu izledim bir süre, "rahatsız olacak bakmiim" dedikçe kafamı döndürmek daha da güçleşiyordu ama ben onun çok umrunda değildim zaten... Olsa olsa biz şöminenin üzerinde asılı duran, toplumcu gerçekçi bir ressamın yaptığı "durakta otobüs bekleyenler" isimli bir tabloyduk onun için...Her zaman orada duruyorduk gazete keyfini bozup bakmaya ne gerek vardı?...

Otobüs tam 45 dakika sonra geldi...Adamın cebindeki çekirdek hiç bitmedi...Benim burnum tam olarak dondu...Beynimin içinde sorgulamar sorgulamalar oldu...İşte böyle bir sabahtı!

9 Ocak 2014 Perşembe

KENDİNE YONTMA YAZISI! :)

- Şu ışıklardan sağa, şu sokaktan da sola...hah burda sağda ineyim!
- Buyur abla!
- İyi günler...!
- İyi günler...!

" Offf zili çalsam "minik" uyumuş mudur acaba? Anahtaar! Nerde ablişkomların anahtarı yaa? Öteki çantada kaldı herhalde..Neyse çalayım bari..."

- Kim o?
- Benim ablaaa!
- Olleyyy! hoşgeldiinn!

Dört katı soluksuz çıkarım...Apartman boşluğundan şu sesler gelir...

- Vöööö, aaaaaaavv, aaaaaaaa, dedededededede !

"Bizim Minik" sesinin eko çıkartmasına bayılır, gelen kişi yukarı çıkana kadar bu oyunu oynar...:)

- Canıııııııııııımmmm! Teyzeciiimmmmmm!!

" Minik"te aniden beni görünce sesizlik ve sırıtma!:)

- Ablaaam hoşgeldin! der ablam yine de yılların alışkanlığıyla ilk onu öperim...;)

- Hoşbulduk ablacım...muck muck!
- Aaaaaaa, avvvvv, dededededede, babababababababab!
- Dur kuzum alıcam seni bitanem, ellerimi bi yıkayayım teyzecim...Ahahaha abla üstüme atladı resmen yaaa çok komik bu çocuk! :)
Zar zor ellerimi yıkayıp, "minik kaplanı" kucağıma alırım sonra oyunlar oynarız...

Oyuncak sepetinden eline denk gelen oyuncak aslanı bana gösterip :
- Vav vav? mühüüüüü?
Bu hav hav mı diye sormakta ve korkuyor taklidi yapmaktadır bu sırada...:)
- Yok teyzecim bu aslan, hav hav değil...Korkma hav havdan korkcak bişey yok ki...
- Vav vav, vav vav!
Elinden atar aslanı...:) Birbirine vurmadık oyuncak bırakmaz, sıkılırız biraz sonra aynı şeylerle oynamaktan...Şöyle bir evi turlarız...En çok aynada eğleniriz...
- Bütün aynaların dikkatineeee, biz geliyoruuuzzzz! hazır mısın Miniikk?
- Debedebebee!
-Tamam o zamaaaaannn koşuyoruuuzzz...! Geliyoruz geliyoruz geliyorruuzz!
Aynaya yaklaştıkça "minikcim" gülmekten kırılır...:)

Neticede;
kendisi çok tatlıdır işte!

- Debedeeeebebebebebediiibıdı
- Teyze mi dedi abla o?
- Bilmem, olabilir...!?

Umut dünyası! :)

3 Ocak 2014 Cuma

DURUM DEĞERLENDİRMESİ

Her yeni yıla girişte eski yılı değerlendirmekten , "efenim 2bin bilmem kaçta şu oldu bu oldu, hadi bakalım 2bin bilmem kaç artı 1 de şu bu olur inşallah" diye eblek eblek umut dağıtmaktan nefret ederim...

Neticede bu zaman bölümlemelerini bizzat kendimiz yarattığımıza göre, zaman kesintisiz bir şekilde devam etmekte ve zamanın kaça girdiğinden kaçtan çıktığından esasen haberi bulunmamaktadır. Yani kötü geçen bir yıl, kendisine nokta koyduğumuzu varsaydığımız yılbaşı gecesinde, biz zoraki içme eğlenme eylemlerimizi yaparken, sakalını önüne alıp "ne yaptım lan ben, benim hüküm sürdüğüm yıl depremlerde tsunamide onbinlerce kişi öldü, yoksulluktan millet kırıldı, savaş çıktı bisürü yerde savaş!, hükumette yolsuzluk iddiası çıktı giderayak, bir de üstüne üstlük hiç bişey olmadı, olan bana oldu biter ayak o bari çıkmasaydı, çok utanıyorum laaan, çok pişmanım! demeyecektir. Hiç bir biten yıl böyle dememiştir...Gelen hiç bir yeni yıl da hiçbirşey vaadetmemektedir.

Bu bilgiler ışığında, hayatıma şööyle bir kuşbakışı baktığımda, yıllara göre değil de son zamanlarıma diyelim, şöyle şeyler karşıma çıktı ;

- Göstere göstere değil de gizli komik, gizli çılgın insanları çok severim...Bunların toplumda ön plana çıkmak, efendim popüler olmak, kendini göstermek, ispat etmekle ilgili hiç bir kaygıları yoktur...Doğallıkla komik doğallıkla kafası başka türlü çalışan insanlardır. Şuanda böyle bir oda arkadaşına sahibim ve kendimi çok şanslı hissediyorum...:) Okulda aniden odaya girdiğimde Aytn'yı yarı beline kadar camdan sarkmış, avluda bulduğu bir avuç kar birikintisinden 3 tane mini kardan adam yapmış, onların fotoğrafını çekerken bulabiliyorum...( Kardan adamlara üşenmiyor gözlük, şapka vs bir sürü aksesuar yapıyor...:) )Kağıt artıklarından mini moda dergileri, mini bloknotlar üretiyor...Yaptığı ironik moda dergileri bence başlı başına bir çağdaş sanat işi olarak kapitalizme karşı omuz omuza sergilenebilir, o derece başarılı. Ama işte o bunları doğallıkla yaptığı için sergi mergi işlerini çok önemsemiyor...Odaya her girdiğimde küçücük bir masanın başka bir köşesinde yeni kalıplar almış oluyor, içeri girer girmez gösteriyor " bak fasülye yaptım, bak vesikalık fotoğraflar yapcam, bak evlerden küçük şehirler düzenledim" diye bana gösteriyor...Yaşama sevincinin sürekliliği için çalışma arkadaşı çok önemli çok...! :)

- Çalışma arkadaşlarımın geri kalanı açısından da şanslıyım gerçekten, Mehtabingen ve Işılovski ile geyik yapmak gibisi yok...:) Işılovski ile eskiden beri etken iletken kanallarımız açıktır zati, göz göze gelip ne diyeceğimizi anlayıp gülmeye başlıyoruz bazen...Mehtabingen cüceler ülkesinde kendisini yalnız hissetse de bazen, onu çok seviyoruz...hihihihi :) Aybiko, Şuliçko ve Mehmet Efendi'yi de anmadan geçemeyeceğim tabi...( ne kadar da şifreli yazdım gerçekten hiç anlaşılmıyor kimin kim olduğu! :D)

- Okulda işler yolunda yani, öğrenciler biraz daha mevzuyu ciddiye alsalar onlar da dadından yenmeyecekler...Ama öğrencilik hali işte...:)

- Okulla ilgili sadece serviste bazı problemler yaşadım...Okul malum Beytepe Köyü'nde olduğu için personel servisi ile gidip geliyordum okula...Bizim semte giden servisin şoförü sonradan gelenlerden hazetmiyor, sürekli laf sokuyordu " bu servis çoh galabalık binmeyin buna" ! şeklinde... Ben de kendisini ilk başta ciddiye almadım binmeye devam ettim. Sonra cebimden arayıp beni "yarın sen gelme! O duraktan binen kimseyi almayacam" diye kibarlık sınırlarını kendi kriterlerine göre bile çok aşan bir konuşma yapınca benimle, ben de gidip kendisini araç işletmeye şikayet ettim haliyle...İşte bir takım uğraşmalardan sonra şimdi yine o servise biniyorum. Şoför sayemde popüler oldu ama kendisiyle küsüs! Tek kelime etmeden biniyorum, inerken ayağa kalkıyorum dikiz aynasından gözgöze geliyoruz ineceğimi anlayıp duruyor. Bu yeni ilişki biçimimizden çok memnunum şahsen...Ama daha enteresan birşey oldu, servistekiler de şoförü şikayet ettim diye bana küstü! Evet çok komik ama söz konusu şoförü çok seviyorlarmış, ben niye şikayet etmişim...Töbe töbe beni almıyor, kaba saba konuşuyor ne demek niye şikayet ettin...Bu arada benden başka bir sürü kişiye şoförler böyle davranmasına rağmen tek şikayet edip şoför mafyasına karşı tek başıma mücadele eden kişi de benim yani...Mafya olmuşlar resmen, "sen bin, sen bir daha binme" diyebilme yetkileri olduğunu düşünüyorlar... Aman ağzımızın tadı bozulmasın böyle çekirdek bir kadroyla 7 senedir biniyoruz bu servise, bir 7 sene daha bu şekilde binelim diyen bir grup "yetişkin" ve "akademisyen" insan yüzünden de böyle devam edecek gibi duruyor bu durum. Yani ne düşünürlerse düşünsünler haklı mücadelemin arkasındayım!

- Bir de canımın içi yeğenim 1 yaşına bastı...:) Bu aralar başka bir yaşama sevinci sebebi de o benim için...
Henüz 1 yaşında bir cüncük olmasına rağmen kendisinde daha önceden öğrenip gelmiş bir takım ağır hareketler mevcut...:) Çok ciddi, çok akıllı, çok sevimli bir insan...Bazen kucağımdayken yanağını yanağıma yaslıyor, o koca yanağı ısırmamak için zor tutuyorum...:) Kendiliğinden kafasını çekene kadar öylece duruyoruz, sessiz bir güven ve sevgi ifadesi gibi geliyor bu bana ve çok mutlu oluyorum...Hareketler, şebeklikler boy boy işte anlatılmaz yaşanır...:)

işte böyle...Haydi iyi seneler...:)