19 Ekim 2014 Pazar

CEZALI ÇOCUK

Sarışın bir çocuk vardı kapının önünde kardeşine küsen...Sarı kafasını kaşıyıp duruyordu. Saçları karıştıkça aklı daha çok karışıyordu. Kimse onun aslında kardeşine değil annesiyle babasına küs olduğunu bilmiyordu. Tek küsebildiği kadeşiydi madem o da daha çok, daha çok küsmeliydi ona. Hayat bazı çocuklar için ağırlaştırılmış müebbet gibiydi, görüş günleri avluda baba ile geçirilen...Havada nefis bir sonbahar güneşi asılıydı. Küçük kardeşin "unicorn" biçimli devasa balonuna neredeyse kuşlar değecekti. Çocuğun avlusundan gelip geçen kuşlar...Sarılmalar kucaklaşmalar oldu, onu zorla küçük kardeşe itmeler. Küçük kardeşi bacağına sarıldı, boyu oraya yetiyordu. Küçük kıza baktı, henüz çok küçük ve salaktı, gerçekte niye küssün ki ona...Keşke iki kardeşi barıştırdığından emin olan baba, arabasına atlayıp çekip gitmeden önce ona da sarılmayı akıl etseydi. Kendi kendine verdiği çocukluk müebbeti iyi hallerden azalırdı belki çocuğun...

- Hadi gidelim abi...
- Gidelim, balonunu düzgün tut patlatacaksın salak!
- Salak deme bana!
- Tamam hadi yürü...

Bu kez itişmeden evlerine girdiler...

9 Ekim 2014 Perşembe

BELKİ DE SEVERSİN...(Tanısan Seversin II)

İçi karanlığa gömülmüş tüm gölge insanlara...

Ben kimseden nefret edemedim çocukluğumdan beri...Babam sayesinde ihtimal...
Dünya üzerindeki her şeyi sever ve saygı duyar babam...Doğanın gizemli dengesine inanır, her şeyin bir varoluş nedeni olduğunu bilir...Bunalıma girsen mesela, bizim ağaçta yaşayan sincapları işaret eder eliyle : " Sincaplar bunalıma giriyor mu hiç? " der...Düşünürsün, biraz da gözlemeye başlarsın sincapları...Zaten ilgin sincapların ruhsal yapılarına kaydığı için bunalımın dağılır gider...Nefret edemem dedim ya, hadi diyelim hoşlanmasam da bir şeyden, o şey her neyse ya da kimse, en az benim kadar var olma hakkı olduğunu bilirim. Başka bir şeyin/kimsenin de benden hoşlanmama hakkı doğar böylece...Susar otururum.

Susmadığım şeyler de olur...Ukalalardan haz etmem mesela, açık sözlü davranmaya çalışırım böyle arkadaşlara karşı. Ufak tefek sevimli gibi duran bir kadından duydukları laflar karşısında, onlar da benim "sincapların psikolojik durumunu" düşünürkenki, olayın merkezinden uzaklaşma sürecini yaşayıp, biraz uzaklaşırlar ukalalıklarından...İyi olur oh! Bencillerden çekinirim bir de. Çünkü bencillik duygusu çocukluğumdan beri bana öğretilen "senden başkaları da var bu dünyada" bilgimle çelişir. Bir insanın böbür böbür sadece kendisiyle meşgul olmasını, sadece kendi çıkarlarına dokunulduğunda saldırganlaşmasını hiç anlayamam. Kibir beni çok korkutur. Kendimi sürekli yoklarım, sırf yetişkin olduğum için bir çocuğa, sırf insan ırkına mensubum diye bir hayvana, sırf o'yum sırf bu'yum diye ; o, bu, olmayana ne yaptığımı merak eder dururum. Merak ettiğim için daha az yanlış yaptığımı düşünüyorum :)

İşte hep bu sebeplerden ırkçılığı da anlayamam ben...Dünyanın bir yerinde doğduğum için böyleyim diyelim ki, zamanı geri alıp başka bir yerinde doğsam dünyanın, haliyle başka türlü olacağım. E kime hava yapayım ben? Neyi neyden üstün tutayım? Hangi özelliğimi hangi özelliğimle aşık attırayım? (Hatta paralel evrenlerden birinde inşallah Ukraynalıyımdır! :) ) Biliyorum kültür sadece olumlu öğelerin birikip aktarılmasıyla sınırlı bir kavram değil, düşmanlık da, hatta çıkar ilişkileri de kuşaktan kuşağa aktarılabilir. Ama sen 21.yy da yaşayan bir insan olarak sadece doğayı gözleyerek bile daha sağduyulu olabilirsin...Gerçi sende haklısın 21. yy'da gözlenip de ders alınacak doğayı da bırakmadın ama yine de kibrin ve ukalalığınla öfke saçacağına, tanımayı denesen olmaz mı? Belki de seversin...




18 Eylül 2014 Perşembe

CAMİLLE CLAUDEL

Ben bazen bu kadını düşünürüm ve 30 yıl akıl hastanesine hapsedilen yaratıcılığı için uçuk çıkarana kadar sıkılasım gelir...Sıkılırım...

Geçenlerde başka bir blogta, bir yazı okudum hakkında...Claudel'in zarafetine yaraşır bir naiflikte anlatılmıştı hayatı...Tam hakkında izlediğim filmleri düşünüp çok etkilenip, uzaklara dalacaktım ki, gözüm yazının altında paylaşılan yorumlara ilişti.

Tüm sanat sever amcalar, teyzeler belki de hocalar toplaşmış, bu genç ve yetenekli kadının Rodin ile kurduğu çalkantılı ilişki sebebiyle düştüğü duruma belli ki çok üzülmüş, ağız dolusu Rodin'e saydırmışlardı.

Okuduklarıma inanamadım. Adeta Rodin mahallemizde yaşayan çapkın ve hayli geçkin bir adamdı, Camille de komşumuzun körpecik kızı... "Allah cezasını versin o Rodin'in kadını ne hale getirdi" diyen de vardı, "gönlünü eğlendirdi eğlendirdi sonra eski karısına döndü, erkek milleti!" diye konuyu kendi deneyimlerine getiren de...Sanki yazının sonunda yazan kişi söyleyeceği sözü söyleyip gitmişti de, okuyan kişiler olarak biz, elimizde çekirdek ve ince belli çay bardakları ile Rodin ve Camille' nin ilişkisi hakkında (nereden biliyorsak artık) gerçeklikten uzak yorumlarla, sözüm ona çok entellektüel bir dedikodunun dibine vuruyorduk. Rodin'in sakalına tükürüyor, boyunu posunu deviriyorduk. Üstelik bunu Claudel'in yanında durduğumuzu zannederek, zararın büyüğünü yine ona vererek yapıyorduk. Claudel her halinden belli ki ,çok yaratıcı ve güçlü bir kadındı. Yaşadığı ilişkide de, sanat yaşamında da herşeyi göze almış, sonuçlarına ne kadar zor olsa da katlanmıştı. Arkasından yaratıcılığı ve sanat anlayışı yerine, böyle 5. sınıf sabah kuşağı programları gibi sadece ilişkisinin konuşulduğunu bilse belki de , şu fotoğraftan canlanıp :" Beni siz delirttiniz!" derdi.

Kendimizi işin magazin tarafına kaptırmıştık bir kere, bir kadına acımak bir erkeğe küfredip durmak daha tatlı geldiğinden, 19.yy'dan beri kadınlara ve erkeklere bakış açımızın değişmediğini fark edemiyorduk. Claudel'in akıl hastanesinde 30 yıl geçirmesine tek sebebin Rodin ile yaşadığı ilişki olmadığını kabul edemiyorduk. Bir kadına yaratma gücünü yakıştırmayan, onu sanatçı ve deha olarak görmeyip salt kadın olmasına odaklanan beyinlerin, tıpkı o zaman da şimdi ki gibi yaptığı acımasız tutumun 30 yıla mal olduğunu göremiyorduk.  

- Neden hiç kadın sanatçı ve bilim adamı yok yeaaa? diyenlere anti-klişe timi gelsin tokadı patlatsın istiyordum işte bu yüzden...
Evet Rodin ve Camille bir kadın ve bir erkekti. Ama daha önemlisi seven, acı çeken, mutlu olan, intikam alan, nefret eden, bildiğimiz "insan"dı. Daha da önemlisi, çok kıymetli iki sanatçıydı. Yaşadıkları ilişki yalnızca onları ilgilendirirdi. Ne olmuşsa olmuş Rodin'in heykellerine Camille'in cesareti, Camillle'inkilere de Rodin'in karmaşık duyguları yansımıştı. İki kişiden bir olmuşlardı. Böylelikle sanat tarihine aynı ruh halinden farklı farklı, eşi benzeri bulunmaz eserler katılmıştı.
30 yıl...Bir dehanın en verimli çağını akıl hastanesine hapseden esas nedenler üzerine hiç düşünmemek ne acıdır. Doktorunun ailesine defalarca mektup yazdığı, "kızınız deli değil, sadece ağır bir depresyon geçirmekte ve esasen ailesinin sevgisine ihtiyacı vardır, gelin kızınızı alın" dediği ama Camille'nin annesinin ve ablasının mektuplara cevap bile vermediği rivayet edilir. Bir kadını bir erkek pekala delirtebilir (tam tersi de olabilir) ama bir insanı 30 yıl akıl hastanesinde çürüten şey, 2 insan hakkında hala dedikodu yapan "iki yüzlü toplumun" ta kendisidir.
Camille'in tek suçu 19.yy'da kadın olması değildi kuşkusuz. Bir de üstüne, yaşadığı toplum içinde "diğerlerinden" farklıydı. Toplumlar "farklıları" da sevmezdi, çoğunlukla sanatçıları yerli yersiz över ama sanatçı kişisi kantarın topuzunu kaçırır da, toplum tarafından kabul görmeyecek herhangi birşey yaparsa ,bulduğu ilk fırsatta ümüğünü sıkıverirdi.Dikkatle dinleyin, Camille'in fotoğrafı konuşuyor:
- Ben çoğunuzdan iyi durumdayım, yüzüme uzun uzun bakın, heykellerime de...Ve şimdi olaysız dağılın...!

8 Eylül 2014 Pazartesi

KUTUP AYISI

Geçen yıl bu sıralar, Ankara'ya dönmek için can attığımız, Osmaniye-Ankara otobüsündeyiz. Tuğçe ve ben, hemen hemen her hafta Ankara'ya gelip gitmekten bitap düşmüş, biran önce yeni atandığımız görevimize Ankara'da başlayarak en azından uzun bir süre, bu şehirde kalıcı olmak istiyoruz. 16 yıldır yaşadığım Ankara normal şartlarda pek beğenmediğim bir yer iken, 4 aylık Osmaniye maceramdan sonra gözüme "Paris" gibi gözükmekte, neredeyse şehre varınca Melih başganın Kızılay'ın göbeğine diktiği kol saati şeklindeki "derin bir tasarıma sahip olan saat kulesi" ile fotoğraf çekilmeyi filan hayal ediyorum. Düşünün artık Osmaniye öyle bir yer !!! :)

Osmaniye'ye doğrudan giden herhangi bir otobüs firması yok. Demek istediğim Osmaniye'den geçen Antep'e ait çeşitli otobüs firmaları var onlarla seyahat edebiliyorsunuz. Bence harita üzerinde hala şehir olarak kabul edilen bir yer değil kendisi ama yine de bu konudaki ısrarcı tavrını beğeniyorum. İki katlı ve illa ki ikinci katı sıvasız tasarlanmış mimari tarzı, bu evlerin önüne park etmiş son model otomobilleri, şehrin dışındaki en ufak toprak parçasından bile fışkıran yeşilliğe inat (bkz. Çukurova !) ısrarla bozkır olarak bırakılmış şehir merkezi ve bu merkeze bilmem kaç metre kareye uçsuz bucaksız inşaa edilmiş valilik kompleksi ile il olmakta ısrarlı, şipşirin bir Anadolu şehri Osmaniye. (Valilik kompleksi derken valinin kompleksli oluşundan bahsetmiyorum yanlış anlaşılmasın, bir araya gelmiş binalar bütünü yani...) Kendimi her gidişimde Zeyniler Köyü'ne düşmüş Çalıkuşu gibi hissetmeme sebep olan bu şehre, işte büyük bir terbiyesizlik sonucu tekraren söylüyorum, doğrudan giden bir otobüs firması bulunmamaktadır. Eğer şanslıysanız bir Antep firması olan SEÇ , eğer değilseniz artık ülkemin kimbilir neresinden gelip de neresine gitmekte olan çeşitli firmalardan bir adet Osmaniye bileti bulmanız mümkün.

Neyse efendim biz o gün Tuğçe ile şanslıydık ve Seç'ten bilet bulmuştuk. Yaklaşık 8 saat süren yolculuğumuz sırasında , fıstığı, nar ekşisi, şalgamı ve kebabı ile ünlü olan bir yerden halkımın nelerle yolculuk yapabileceğini artık sizin hayal gücünüze bırakıyorum, ara ara sıcaktan bayılmamak, ara ara da şoförün sonuna kadar köklediği klima yüzünden Ağustos ortasında donarak ölmemek için bir birimize güç veriyorduk. Uykulu bir halde zaman zaman ısı değişikliği, çeşitli kokularla burun eşiğinin zorlanması ve gürültü gibi dış faktörlerle gözümü araladığımda, Tuğçe ile göz göze geliyor ve onun gözleriyle bana "sakin ol , bu inşallah 2 şehir arasındaki son yolculuğumuz dayan !" dediğini görüyor ve tekrar uyku haline geçip, Kızılay'daki devasa kol saati altında fotoğraf çekiliyordum.

Ön koltukta ise 3-4 yaşlarında küçük bir oğlan çocuğu, çocuklara özgü bir seyahat etme türü olan "yüzü arkadaki koltuklara dönük şekilde" seyahat ediyordu. Mola anlarını ya da biraz önce bahsettiğim gözlerimizi araladığımız kısa zamanları hiç kaçırmıyor, susmamaya yeminli gibi makineli tüfekten hallice konuşuyordu.

- Aaa otobis geçiyooooo, bu mavi bir otobis! Biraz önceki kıvmızığ bir otobisti. Ama bizim otobisimis en hızlısı! Geçiyo geçiyo geçiyo baaaaaakk, baksanaaaaaağğğ, hoooppp bir tağne dahaaa geçtiii işteeee sen göremediiiiiiinnnn...Bir tek ben gördüm , çok büyük bir otobistiiiiiii...

şeklinde bize "otobis" demeci veriyordu. Çocukları hakikaten sevdiğim ve onlara karşı allah tarafından çok enteresan bir sabır ile donatıldığım için bir kaç kez bu "sarı kafaya" gülümsemek gafletinde bulundum. Baktım bu hareketim bana daha çok çene olarak pahalıya patlamak üzere, sesime eğitimci bir ton verip, yüzüme bir öğretmen gülümsemesi yerleştirdim ve küçük çocuğa :

- Ama sen otobüste nasıl oturulacağını öğrenmemişsin herhalde, öğretmemişler sana (burada yan koltukta mort mort oturup, çocuk bütün otobüse beyin ameliyatı uygularken kendisi önündeki tek kişilik monitörden evlilik programı izleyen annesine de bir gönderme yapmayı unutmadım tabi ki...) dedim.
 Pek  tabi çocuk yüzüme anlamsız anlamsız baktı...:) Hemen güç buldum bu bakıştan, düşmanın aklını karıştırmayı başarmıştım...Devam ettim :

- Otobüste yüksek sesle konuşulmaz diye sesimi küçülttüm ve sessiz bir tonda devam ettim konuşmama...Herkes uyuyor sessiz konuşmazsak sesimizden rahatsız olurlar. Ayrıca otobüste ayakta da durulmaz, ani bir fren olsa o koltuktan düşebilirsin. Bence şimdi sen arkana dayanarak önüne dönüp otur, hep birlikte susalım ve  herkes gibi uyuyalım.

Söz konusu "Madam Rotenmayer" konuşmamı başarıyla bitirmiş ve çok da etkileyici bulmuştum. Çünkü çocuk can kulağıyla eğilip bütün konuşmamı sessiz bir şekilde dinlemişti. Sanki anlaşmıştık. Tam "eğitimci olmak için doğmuşum canım ben "diye kendi kendimi tebrik ederken, önüne dönmesini beklediğim çocuk başladı bütün anlatacaklarını bu kez kısık sesle anlatmaya...Nedense kısık sesle konuşması konusundaki uyarım tam olarak başarıya ulaşmış ama önüne dönüp uyuma konusu çocuk tarafından tamamıyla es geçiliyordu. Sanki hiç öyle bişey konuşmamıştık. Kısık sesle:

- Biliyo mısın, bu otobisteki tevelissyonda çisgifilmler vaaaar. Sekis tane 10 tane vaar... Ben hep isliyorum. Bugün de isledim. Çok güsel bitane var hem dee...diyen ufaklıkla yetişkinlere özgü beyinsiz çabalara girişmemle hem eğlenen hem de bana acıyan Tuğçe ile yine göz göze geldik. Çocuğun durmaksızın kısık sesle bir şeyler anlatmaya devam etmesine sinirimiz bozuldu, biraz güldük.

 Tuğçe:
- Kısık sesle konuşuyo yalnız, dinledi seni çok komik diye, sağolsun çabamı da takdir ederken
- 100 de elli başarı ne yapalım, hayatım böyle diye cevap verdim.

En sonunda da pes ederek çocuğu Tuğçe'nin başına sardım ve yönümü tam cama doğru dönerek uyku moduna geçtim. Allahım ne mümkün...! Bizimki bu kez Tuğçe'ye, arada sırada kısık ses kuralını unutup patlayan sesine hemen arkadan hatırlayıp hakim olarak, bir kısık bir sesli otobüste izlediği çizgi filmi anlatmaya başladı.

- Kutup AYSI vaR bitAne, çooook BÜYÜK ama kutup AySı. BöYLe bi hayVan VAR ama o bişEy yapaMIyo kuTUP aysına...Bööle bööle GELİYO bööyle yapıp zıplıyooooo, Bİ VURUYO böööleee...

Tuğçe yalvaran gözlerle bana bakıyor ve artık çocukla göz kontağı kurmamaya çalışıyoruz. O devam ediyor :
- Sonra KUTUP aysı kızıYO ona, dağ VAR bitane ordan kayıyo,CUP DÜŞÜYO... Dişleri VAR bağırııyo ona böyle...

Biz artık gerçekten bayılmak üzereyken arkadan 20li yaşlarda genç bir erkek sesi duyuldu :

-YİSİN SENİ GUTUP AYISI GARİ!!!

Çocuk :

- Yimesin Yimesin!! deyip önüne dönüp oturdu.

Tuğçe ile yeniden göz göze geldik bu kez gülme krizine girdik...:)

İşte bu da böyle bir anımızdı ama illa neden anlattın diye soracak olursanız, anlattığım şekilde Ankara'ya geri geleli tam 1 sene oldu. Daha zamanımız var, öte yandan zaman çabuk da geçiyor...Kıymet bileyim, bir de zamanımı anlamlı geçireyim diye ufak bir hatırlatma kendime.

Kızılay'a fotoğraf çekilmeye gidiyorum,
kaçtım, sonra görüşürüz ;)

26 Ağustos 2014 Salı

KABAK DOLMASI

Sinirlerim öyle laçka ki bugün, kendimi nerelerden ifade edeceğimi şaşırdım...Facebook'a şöyle "büyümüş, anlamış, yorgun" şeyler yazayım dedim. "Öyle yalnızım ki hayatta insan görsem ahtapot sanırım!" filan böyle bişey, ya da "Düşmanlar değildir insanı üzen, dost bildiklerindir hayata küstüren" gibi...Yani mealen g.tü başı koru manasına gelen böyle, büyük büyük laflar ki, uydururken bile çok da başarılı olamadım, neyse...O sinirle gaza gelip yazacaksın sonra liseden öğretmenin, yok annenin arkadaşı filan beğenince "anaamm listemde o da vardı ya!" diye mahcup olacağın saçma sapan şeyler...Ergen olmadığım için yapamadım...Saçma sapan şeyler yapsan bile ciddiye alınmayıp, aslında anlayışla karşılandığın, insanoğlunun bu tek ve tuhaf dönemine bu açıdan özlem duymadım dersem yalan olur...

Elbet başka kendini ifade yolları da vardı kuşkusuz...Facebook'taki bilmem kaç milyar insanın çoğu farkında değildi ama vardı aslında...Tam bu sırada; "E madem elimin altında kil var, ebeşuar var, ne duruyorsun trip yapsana" dedim kendi kendime...Boşuna "sanat kendini en iyi ifade biçimidir" filan demiyorlardı ya...Eli kolu sıvadım bir heves böyle içlemsel ama dışlamsal, uzamsal ama kısamsal harika bir seramik yapacak kendimi çok pis ifade edecektim ki, açtığım (kil) plakanın üzerine "senden nefret ediyorum seramik" yazdım...Seramik Sanatı bozulmasın diye farkettirmeden hemen sildim...Zaten itilip kakılıyordu, bir de ben bu densiz davranışımla onu kıramazdım...Sonra "şaka şaka seviyorum, yoksa bunca yıl birlikte olur muyduk ?" yazdım...Çamurun canlanıp " bizim ilişkimiz alışkanlık bebeğim" diyeceğinden çok korktuğum için onu da sildim...

Sonra bir çay aldım...Bahçeye çıktım...Bizimkiler bahçede toplu halde çay içiyorlardı, martıya benzer gülme sesleri geliyordu... Ben de katıldım, bişeyler anlattım onlara, bir ara kendimizden geçtik, birbirimizi omuzlarımızdan itip dürtmeye filan başladık gülerken. En çok eğlenen ben olmak istiyordum böyle gülerken ağlayayım, ağlarken de en tiz martı sesini çıkaran ben olayım...Başardım sanırım..."Kızım çok komiksiiinnnn" filan diyenler oldu...Hiç komik değildim esasen, olmak da istemiyordum...Çıkardığım o en tiz martı sesinde bile ciddiyetten ölen bir kadın vardı...Sessiz sedasız öldüğünden kimse onu fark etmedi...

Akşamüzeri arkadaşım beni bizim sokağa bıraktı...Bir ara evin yönünden sapıp caddeye çıkıp alışveriş yapmayı planladım. Herhangi bir alışveriş...Hani kadınlar içindeki boşluğu harcadığı parayla doğru orantılayınca sıkıntıları geçiyordu, buna inandırılmıştık ya bir deneyeyim ne çıkar dedim...Mağaza vitrinleri öyle hüzünlü göründü ki gözüme, "teşhir ürünü" ne demektir ya terbiyesiz.!.Sanki kıyafetler satılmaktan utanıyorlarmış gibi bir duyguya kapıldım, çok hüzünlendim...Bari market alışverişi yapayım dedim. Öyle ki, ekmek ve yumurta dahil, hiç bir şeye ihtiyacım yoktu...Ekmeği dilimli paketler halinde alıyordum ve neredeyse 2-3 hafta yiyordum...Yumurta da vardı...Evet hiç bişeye ihtiyacım yoktu, çünkü esasen sandığımız kadar çok şeye ihtiyacımız yoktu..."Yalan dolansın be kapitalizm" dedim içimden (aaa bu da yazılabilir bak facebook'a :) ) kalktım eve geldim...

Sonra oturdum bunları yazıyorum...En azından blog, günlük gibi bişey ne istersem yazarım, kimseyi ilgilendirmez, lise öğretmenimle, annemin arkadaşını bile...
Ama yok burası da kesmedi beni...Sanırım birazdan gidip mutfakta kendimi ifade etmek için yeni yollar arıycam...Aslında "kabak dolması"ndan daha güçlü bir ifade biçimi hayal edemedim şuan...

Kabak dolması içimizdeki boşluğu dışa oylumsal şekilde çıkaran, evrende her boşluk mutlaka başka ve yeni birşeyle doldurulur kuramından hareketle pirinçsel olarak gerisin geri içeri tıkılan, kendini en gerçekçi bir ifade etme biçimidir...Evet "kabak dolması"..!.

24 Ağustos 2014 Pazar

İYİ HİSSETTİREN BİŞEYLER

80'li yıllarda, ben küçük bir kız çocuğu iken, annem ev hanımı olmasına rağmen, (bilirsiniz çarşı-pazar filan annelerin her daim işleri olabilir) beni bazen yengeme bırakırdı. Yengem, amcamın eşi, buğulu yeşil gözleri olan, çok güzel bir kadındı. Ben genel olarak masa altında oynamaktan zevk alan, sessiz, uslu bir çocuktum. Ama neticede çocuktum. Uslu oluşum, sevilince şımarmayacağım anlamına gelmiyordu.

Yengeme misafir olduğum günler, salonundaki büfede kendisinin ne kadar çeyizlik eşyası varsa indirtir, onlarla oynardım. O dönemler annelerin vitrini müze envanteri gibi bir şeydi ve dokunulmazlığı vardı. Çeyizlik takımlar ancak çok önemli misafirlere çıkardı. Oysa ben: "Şuradaki şekerliği de istiyorum yenge, o kapaklı gümüş kutuyla da oynayabilir miyim?" derdim ve yengem, yüzünde en ufak olumsuz bir ifade olmaksızın, gülümseyerek çeyizini oynamam için ayaklarıma sererdi. Tabi ki kırılması çok muhtemel nadide parçalar hariç ama evde olsa asla elimi süremeyeceğim şeylerle oynamama izin verildiği için zafer kazanmış gibi bir duyguyla saatlerce evcilik oynardım.

Hatırlıyorum, özellikle (yanılmıyorsam) bakır, sosluğa benzeyen bir kap vardı. Sosluk olduğunu içinde duran kepçe gibi çukur küçük kaşıktan anlıyorum. Sulu şeyleri servis etmek için tasarlanmış değişik bir eşyaydı. Kasenin küçük bir kapağı da vardı ve kapağın üzerindeki delikli bölme sayesinde küçük kepçenin sapı buraya yerleştiriliyordu. Böylece kepçe, kaymıyor, düşmüyor, yerine cuk diye oturuyordu. Favori oyuncağım işte bu küçük sosluktu. Onun çok büyük bir çorba tenceresi olduğunu hayal eder, sözüm ona evime gelen hayali misafirlerime gün boyunca çorba dağıtır dururdum.

Ben yerde onun çeyizlik eşyalarıyla oynarken, yengem işi varsa arada gelir bana göz ucuyla bakar, hala misafirlere çorba dağıttığımı görünce gülümserdi. Eğer işi yoksa o da yanıma oturur, birlikte evcilik oynardık. Hayali evime gerçek bir misafir geldiği için çok mutlu olurdum.

Annemin gelişiyle kapıdaki zil titrediği zaman oyunum yarım kaldı diye azıcık bozulur, annem geldi diye de sevinçle karışık heyecanlı, çocukça bir duyguya kapılırdım. Annem her defasında büfedeki eşyaları indirttim diye kızdığı için, o daha merdivenleri çıkarken ben aldığım eşyaları büfedeki yerlerine koyma telaşına kapılırdım. Son bir kaç parçayı koyarken de mutlaka yakalanırdım.

- Yine mi indirdin yengenin eşyalarını büfeden?! Yenge (annem de kendisine yenge der) üzdü mü seni çok? Yaramazlık yaptı mı? Ay ne olur kusura bakma...
Annem bunu her söylediğinde yengeme dönüp gözünün içine bakar, yaramazlık yapıp yapmadığımı çok merak ederdim. Yengem :
- Yok yahu, yavrum uslu uslu bütün gün evcilik oynuyor, hiç yükü yok, derdi.
- Eşyalarınla oynamasın yenge, izin verme ne olur.
- Aman allah aşkına Cikcik'ten önemli mi? Kırılırsa kırılsın.  
Bu diyaloğun sonunda yengem benden yana çıktığı ve onu üzmediğimi düşündürdüğü için bir galibiyet de anneme karşı kazandığımı varsayar, onları dinlemiyormuş gibi görünür, şımarık şımarık hareketler yapardım.
Bu çoğu zaman bale yapıyormuş gibi yaptığım figürler olurdu. Bir çeşit mutluluk dansı. :)

Yengem bana nadiren ismimle hitab eder, genellikle de biraz önce sözünü ettiğim gibi "Cikcik" derdi. Bu lakap, ailenin o dönemlerde en küçüğü ve zayıf bir çocuk olmamdan kaynaklanıyordu büyük ihtimalle. Bir de "Kunupşa" vardı. " Kunupaki" de denebilir (Yunanca'da nasıl yazıldığını bilmiyorum, yengemden duyduğum ve hatırladığım şekliyle söylüyorum). Rumca "sivrisinek" anlamına gelen bu kelime, izlediğimiz bir Yunan komedi dizisinde geçiyordu ve yine ufak tefek olmamdan olsa gerek benim ikinci takma ismim olmuştu.

O yıllarda Kuşadası'nda dönemin tek kanalı TRT'den çok, alıcılar tam karşımıza denk düşen Samos (Sisam) Adası'nın yayınını çekerdi. Biz de akşamları ailecek siyah-beyaz televizyonumuzdan çoğu kez Yunan kanallarını seyrederdik. Onların da tıpkı bizim TRT gibi ET1 ve ET2 diye iki adet devlet kanalları vardı o zaman. Yayın akışı tıpkı TRT'ye benzerdi. Bir halk oyunları ve geleneksel müzik programının ardından, bizim "Türkçe sözlü hafif batı müziği " programlarımız gibi, onların da "Yunanca sözlü hafif batı müziği ! " şarkılarının yayınlandığı başka bir program başlardı. Ben Türk televizyonlarında "Türkçe sözlü hafif batı müziği"ni tercih ederken, Yunan yayınlarında geleneksel tarzı beğenirdim.

O dönem 80'lerin ortalarıydı ve henüz tv'lerde dizi çılgınlığı bu kadar çığrından çıkmamıştı. Eğer olur da antenimizi döndürüp TRT'yi ayarlayabilirsek, "Kara Şimşek" i izliyorduk bir tek. İşte bir de Yunan kanalında bir kaç yerli dizi vardı onlarla vakit geçiriyorduk. Tabi ki izleyerek Yunanca falan öğrenemedik. Bizimki, yaşanılan dönem gereği, "akşam ailecek tv karşısında oturulur" kuralını uygulamaktı sadece. Bir tek yengemin azıcık Rumca'sı vardı. Onun ailesi de benim baba tarafım gibi Girit göçmeniydi. Ama yengem Rumca pek çok kelime biliyor ve anladığı kelimelerle dizileri bize çevirebiliyordu. İşte içeri sivrisinek girmesin diye komik komik şeyler yapan bir adamın anlatıldığı bir Yunan parodisinden lakabım "kunupşa" kalmıştı. Büyüdükçe de durum değişmedi hep yengemin Cikcik'i ve Kunupşa'sı olarak kaldım.

İlkokul döneminde, gittiğim okul amcam ve yengemin evlerinin karşısındaydı. O yüzden okul çıkışlarında annem oradaysa yine yengeme gider, değilse çıkış saatimde mutlaka camdan baktığı için ona el sallamadan evin yolunu tutmazdım. Şayet annem yengemdeyse ikisi birden camdan bakıyor olurlardı. Annemin orada olduğuna sevinir koştura koştura ikinci kata çıkardım. Annem ve yengem salonda karşılıklı otururlar, ben cam kenarı ve soba yanı harika yerimden asla vazgeçmezdim. Zaten yengem de bana orayı ayırmış olurdu. Pencereden, kucağımda çayım ve yengemin yaptığı muhteşem ikramlar ile hala kalabalık halde bulunan okul bahçesini izlerdim.

O yıllarda Söke'de kalorifer henüz keşfedilmemişti. İhtimal öyle bir teknoloji, hele de iklimi yumuşak geçen yerler için lükstü. Hemen bütün evlerde gaz sobası yakılırdı. Soba, hangi odada oturuluyorsa o odaya kurulur, haliyle diğer odalar soğuk olurdu. İşte gaz sobasına kalorifer düzeneği ekleyerek tüm evi ısıtmayı başaran o dönemin tek mucidi benim amcamdır. O yüzden soba ve pencere arasındaki özel yerimde, ayaklarımı da camın önündeki peteğe dayayarak yanaklarım kızarana  kadar ısınırdım. Her defasında da amcamın bu büyük keşfine hayranlık duyarak...

Yengem ve amcam tatlıya çok düşkünlerdi. Bizim ailede haftalarca sürünen herhangi bir tatlı, amcamın :
 " Getirin bakalım yav, o baklavanın bir ifadesini alalım" ya da " şu sütlaca bir isabet ettirelim " laflarıyla saniyesinde biterdi. Ben alışıla gelmiş çocuk iştahıyla evde ağzıma tatlı sürmez, amcamlarda yedikçe yiyesim gelir, anneme o bildik mahcup cümleyi söyletirdim:
- Vallahi evde olsa yemez, burada kıtlıktan çıkıyor! :)
Bir keresinde yine çok küçükken (4-5 yaşlarında) anneannem rahatsızlanmış, annem ve babam apar topar Antalya'ya gitmişlerdi. Ablam, abim ve ben amcamlarda kalıyorduk. Sabah kahvaltısında amcam, taze ekmek dilimi üzerine tereyağı sürüp, üzerine toz şeker ekip yiyordu. Benim yan yan baktığımı görünce bana da bir tane hazırlayıp verdi. Toz şekerli yağlı ekmek o kadar hoşuma gitti ki o saniye mideye indirdim. Amcama:
- Bir tane daha yapar mısın amca ? dedim.
Amcam bir ekmek daha hazırladı. Onu da çabucak yediğimi görünce " 1tane daha?" dedi. Kafa salladım. Bir ekmek daha hazırladı. Böyle böyle 4-5 yaşlarında sivrisinek lakaplı küçük bir kız çocuğu olarak tam 12 tane tereyağlı şekerli ekmek yedim. Amcamla yengem gülmekten kırılıyorlar, yengem bir yandan "Dokunacak çocuğa Ziya!" diye endişeleniyor, amcam da: "İstiyor çocuk, hiçbişey olmaz " diye ekmeklere şeker dökmeye devam ediyordu. On iki ekmekten sonra günü nasıl geçirdim hatırlamıyorum ama kahvaltı sonrasında gerçekten artık nohut yutmuş göbekli bir Kunupşaydım! :)

Yengemin Giritli Mutfağına da değinmeden geçemeyeceğim. Özel günlerde bir araya geldiğimizde yengemin menüsünde mutlaka " havuçlu pilav" , börek gibi yapılan bir çeşit et sulu mantı, arapsaçı, şevketi bostan ve çıntar dediğimiz bir çeşit yabani mantar olurdu. Kulak tatlısı denilen bol susamlı şuruplu bir tatlı ya da sanırım kayısıdan yapılan bir çeşit meyveli pelte de bu menüyü tamamlardı.

Dondurma mevsimi Eylül'de biter, bizim aile için 19 Mayıs'ta başlardı. Bayramın yanısıra yazın habercisi olduğunu düşündüğümüz bir tarihti sanırım. 19 Mayıs'ta amcamlarda toplanır, evlerinin altındaki "Yalı Pastanesi"nden şimdiki gibi kremaya benzeyen değil, gerçek pastane dondurması alırdık. Amcam kiloluk paketle aldığı dondurmayı eve getirdiğinde külahlara kim nasıl istiyorsa o şekilde bölüştürürdü. Çikolatalı dondurmayı hiç sevmezdim, sırf renkli diye çilekli, limonlu ve sade dondurmayı tercih ederdim.

Baharın geldiğine kanaat getirdiğimiz 2. etkinlik ise bu kez bizim evin karşısında bulunan büyük parkta, baharda açılan çay bahçesinde piknik yapmaktı. Söz konusu park çok büyük ve çok güzeldi (Ya da çocukken bana öyle geliyordu bilmiyorum). Fakat hakkında türlü söylentiler dolaşırdı. Parktan geçmenin sakıncalı olduğu, sapıkların kol gezdiği, sürekli çocuk kaçırıldığı efsaneleri kulaktan kulağa dolaşırdı. Söylentiler yüzünden evimizin dibindeki bu yere son derece mesafeliydik. Annem okul dönüşlerinde parkın içinden geçmeden eve gelmem konusunda beni sürekli uyarırdı. Bahar geldiğinde parkın içinde bir çay ocağı açılır, çimenlere bir kaç masa atılırdı. Yine de çok kişi gitmeyi tercih etmezdi. Cesur yengem dışında...Yiyecek bir şeyler hazırlayıp anneme telefon ederdi:
- Ay hava çok güzel, evde mi oturalım canım, al Cikcik'i de parka gidelim, çocuk da bir hava alsın bunalacak evde, derdi.
Bir kaç komşu ve akraba ile birlikte dışa açılan yüzümüz yengem sayesinde parktaki o çay bahçesinde harika bir piknik yapardık. Etrafıma bakar, sapık ya da çocuk kaçıran birinin olmamasına şaşırırdım. Bu iddialar kesin asılsızdı da, yine de tek başıma parka gitmeye cesaret edemeyeceğimi düşünürdüm.  

Daha da büyüyüp lise yıllarına geldiğimde cuma günleri yengem ertesi gün tatil olduğundan, rahat rahat oturalım diye beni çağırır ve kimsenin evin çocuklarına yapmadığı bir jest yaparak, televizyonun kumandasını bana verirdi.
- Bugün cuma, çocuğun tatil günü, o nereyi isterse orayı izliycez, derdi amcam ve babama.
Amcama saygısızlık etmek istemez, babamdan da acaba bişey der mi diye hafif tırsarak, yengemin bana uzattığı kumandayı nazikçe geri çevirirdim. Ama yengem bu konuda o kadar ciddiydi ki zaman zaman gerçekten de "Açık Oturum" filan yerine " Bir Başka Gece" isimli bir eğlence programını ya da " Yalan Rüzgarı" nı filan izlemişliği vardır zavallı amcam ve babamın benim yüzümden :)          

Şimdi benim de yeğenim var, isterim ki yengemin ve amcamın verdiği kayıtsız şartsız sevgiyi ben nasıl hep hissettiysem, onun da çocukluğunu hatırladığında böyle güzel bir his geçsin içinden...Sevildiğini hissetmekten daha güzel bir çocukluk anısı olabilir mi hiç ?...  



30 Haziran 2014 Pazartesi

ANNE İLE DİYALOGLAR I

Yıllar önce tv'de Aşk-ı Memnu'nun ilk bölümlerinin yayınlandığı sıralar, salona girdim ve hangi dizi olduğunu bilmeden, annemi izler görünce sordum :

- Ne izliyorsun anne?
-Yeni dizi başladı Aşk-ı Memnu, onu izliyorum...
- Hımm, Beren Saat ne rolünde?
- Evin hanımı o...- (bişey sorulmamasına rağmen devam eder :) )
Şu genç çocuk da yengesine asılıyor, Adam da bi "ABULOKMA" hiçbişeyden haberi yok!
- (Ben gülmekten yarılarak) adam abu ney? :)
- Alık işte, abulokma! Öyle derler...

***

Ablam bulmaca çözmektedir, bu sırada annem :

- Bana sor, ben hepsini çözerim...
- Soruyorum o zaman : Soldan sağa 5 harf ; Çar'ın oğlu ?
- ÇARLİ !!!

Ablam ve bende kopuş...:)))))))))  

***

- Anneeeee azcık param olunca evimizin dışını taş kaplatıcam, çok şık duruyor, hem de Ali- Veli (kardeşler) Ustalara yaptırıcam ya onlar gibi usta kalmadı valla...
- Kalmadı zaten sen para biriktirene kadar hakkın rahmetine kavuştular...
- Deme ya ne zaman öldüler?
- Geçen sene...
- İkisi de mi?
- Yok biri seni bekliyo...Tövbe yarabbii...

5 Nisan 2014 Cumartesi

DALGALARDAYIM DÖNÜCEM...


Dün yunan müziği dinlediğimiz masanın çaprazında asılı duran resimde, sadece bir kayık, küçük sevimli bir ev ve dalgalar vardı...Eğer o resmin içinde olsaydım, hayatta insanın başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayabilir diye düşünürdüm...

O resmin dışındaydım, durdum, kendi resmime baktım. Önümüzde 3 kadeh rakı, yanımda 2 şahane arkadaş, kulağımda güzel bir müzik vardı...Başka hiçbir şeye ihtiyacım yok diye düşündüm...

21 Mart 2014 Cuma

MUTLUYDUM BEN YA!

Ayy amaaan offff!
Çok yorgunum çok! Ülke gündeminden en çok da...
Habire sırada hangi yasak, hangi tape var diye beklemek çok geriyor insanı...Başım ağrıyor, içim kararıyor...
(Tape de ne demekse yeni girdi literatürümüze...)

Halbuki 21 Mart bugün...Nevruz, bahar bayramı...
Halbuki beyazlar giymiş erik ağaçlarını görmek beni mutlu eder...Havaların geç kararmaya başlaması çok mutlu eder...Annemin ya da babamın espri yapması...Radyoda aniden sevdiğim şarkının çıkması...Bir yerlerden geçerken sokaktan kahve kokusu gelmesi ( Bunu koridordan geçerken bizim odadan kahve kokusu gelmesi olarak da düşünebiliriz...;) )...Hindistancevizli etipuf...Şule'nin yaptığı cupcake'ler...Sır fırınında yer bulmak...Seymenler'e yayılıp hayal kurmak...En manasız yer ve zamanlarda cebimden çıkan bişeylere fıttırı fıttırı çizim yapmak...Mehtaptoş'un masasının üstünde açık unuttuğu çizim defterine gizli gizli bakmak...Arada sırada çok renkli bişey giydiğimde herkesin o renge baktığını zannetmek...Sabahları geç kaldığımda durağa kestirme olan üst yoldan, değilse yayıla yayıla parkın içinden geçerek gitmek...Norah Jones'un "Sunrise" şarkısı...Hala daha Gene Kely 'nin "dancing in the rain" performansı...Kalabalık bir ortamda, bir tek ve en beklemediğin kişi ile kafanın uyduğunu farkettiğin o paha biçilemez an...Tek başına opera, bale, tiyatro...Kalabalıkla sinema...Tek başına çok katlı sandviç, çay...Kalabalıkla bol soslu makarna üstü kahve...Tek başına pencere önü neskafe ve kitap...Kalabalıkla mizah dergisi, güldürüklü bişeyler konuşmak filan...Hayatımda iyi insanların kendiliğinden birikmesi...Yolculuk yapmak...Tatilde, tatil anlayışı benim gibi ören yeri ve müze gezmek, yemek yemek gidilen yeri keşfetmek olan insanlara denk gelmek...Yerine göre rakı-balık, yer yer kebap, e yerine göre de patitis, midye
dolma ve bira filan gibi "hayattaki yerine göreleri" kaçırmamak...:) Mahallenin köpek çetesinin sabahları ben kavgalarının ortasından geçerken tırstığımı anlayıp, birbirlerini uyararak yavaş yavaş susmaları, ben oradan geçtikten sonra kavgalarına kaldıkları yerden devam eden asil davranışları...

Yani, "bağzı şeyler" hayatımızı karartmadan önce ben de sizin gibi çok mutlu bir insandım halbuki...

26 Şubat 2014 Çarşamba

İÇİM...

İçim ülke gerçeklerinden habersiz "flash tv" gibi bir alem iken, beynimde Enver Aysever aykırı sorular sormakta! Şu adam soru sormayı bir bitirse de koşa koşa içime yetişsem, karşılıklı 2 göbek atsak diyorum, yok ki yok! Susmuyor! Onu idare ederken aklıma çizdiğim karikatür geliyor, yarışmaya yetiştireyim diyorum...Hani şu elde çizdiğim için her tarafı mürekkep lekeleriyle kaplı olan...Bilgisayarımda hemen hiç program yüklü olmadığından ve bendeniz de sadece Corel 10 ve Photoshop 7 kullanabildiğimden, arkadaşım Mehmet efendiyi bunaltmak suretiyle Photoshop yüklettim bugün...Tabi ki Photoshop 7 mi kalır bu zamana? Haliyle Adobe Acrobat, ya da işte öyle bişey yüklemiş kendisi...Ben başında "Corel de yükle, aman haa Corel önemli" derken:

- Esmacığım Acrobat daha iyi bak Corel gibi bişey bunda çiz işte! dedi...ve çok iyi kalpli bir insan olduğundan, son ana kadar da Corel yüklemeye çalıştı ama bir sebepten yüklenmedi işte!

Mehmet'i bunaltma hakkımı daha hafta başından harcadığım için üstüne gitmedim, ona kahve yaptım ve bu konuda bir daha konuşmadık. "Kahve fincanını ben yıkayayım alllah aşkına" bahanesi ile okul koridorunda koşar adımlarla benden uzaklaştıktan sonra :) , çizdiğim karikatürü Acrobat'ta açtım. Aynen Mehmet'in dediği gibi tıpkı Corel mantığıyla çalışan bu güzide programda, resmin üzerine sen birşey çizersen çiziliyor ama iş silmeye gelince sadece program sayesinde çizdiğin çizgiler siliniyor, resmin orjinal halinden hiçbir çizgi eksilmiyordu...Kapattım programı...Kafamı bilgisayarın 2 kapağının arasına koyup, kapakları aniden kapatmak suretiyle intihar edesim geldi! Oda arkadaşım korkar diye yapmadım...
Sonuçtaaaa ne mi oldu? Eve gelince açtım paşa paşa Paint'i, onda temizledim arka planı filan işte!...Siyah beyaz karikatürlerin yarışmalarda rağbet görmediğini de biliyorum üstelik...İlkel koşullar tarzımsa ne yapabilirim...

Bir de okulda ekle sil haftası olduğu için ders seçme işleriyle uğraştım...Derslere baktıııım baktıııımmm...Tek düşündüğüm, 34 yaşına geldiğim için sanırım, artık öğrenci olma duygumu bitirmişliğimdi...O kadar çok sorunum vardı ki, "seramik sanatı ve sorunları" bana:
-Ay herkesin derdi bende anacım, onu da ben mi yükleneyim? diyen mahallenin anaç teyzesi gibi göründü bir an...Biliyorum kimsenin suçu değil, benim kendi isteksizliğim...Tamamen yaşla alakalı, anladığımız anlamda öğrencilik duygusunun sona ermesi ve bitiş çizgisini zorlamakla alakalı zannedersem...Ya da daha basit; depresyondayım! :)

Ayy dur dur içimde ankara havaları başladı, gideyim bitmeden yetişeyim...

- Peki şeye ne diyorsunuz?, sanatın varoluş sürecindeki sancılı ve de......

-Sus Enver!

29 Ocak 2014 Çarşamba

BABA İLE DİYALOGLAR I

Güüüüüüümmmmm!!! Haaarrrrççççç!! Raavvvvvvv! (şimşek sesi)
- Ohaaa!! Baaabaaa çok yakın bir yere düştüüüüü!!
- Yaaa evet böyle oluyor bazen...Çok severim ben böyle havayı, hatta çıkar bakarım nereye yıldırım düştü diye...
- Baba yaa çıkılır bakılır mı hiç, sakın çıkma!
- Niye?
- E canım düşer üstüne müstüne allah korusun, çıkma evden...
- Üstüme mi düşcek? ha ha, düşmez yaav, düşerse de tutarım!! heh heh!

Yıldırım tutan kahraman babam! :)))))))))

22 Ocak 2014 Çarşamba

FIRTINA

Ankara DT'de bu hafta harika bir hafta, çünkü; "Shakespeare Haftası" !  Hafta boyunca en harikasından Shakespeare oyunlarıyla gözümüz gönlümüz açılacak. Neler yok neler ; Hamlet, Othello, Macbeth, 12. Gece, Venedik Taciri veeeeee Fırtına!

Bendeniz bir süredir "allahım bir mübarek çıksa da Şekspir'in Fırtınası'nı sahneye koysa, şöyle bir izlesek" diye dualar etmekteydim. Şehre belki bir film gelir ümidiyle gelen giden oyunları araştırmakta, DT'yi zaten sürekli göz ucuyla takipteydim. Ümitlerim tam tükenmişti ki; nihayet geçen hafta tesadüfen internetten aylık programını açtım Ankara DT'nin. Bir de ne göreyim, Şekspir haftası var ve İzmir DT konuğumuz olmuş Fırtına'yı oynayacak!
Haberi alınca kalkıp göbek atmadıysam da, hafiften omuzlarımı silkelediğim doğrudur! :)
Bu oyunu bana Şekspir oyunlarını ilk okumaya başladığımda bir arkadaşım önermişti. (İzninizle Şekspir'in adını okunuşuyla yazıyorum çünkü her defasında yazılışını doğru tutturmak çok zor oluyor, Ahmet, Mehmet değil ki bu! O yüzden hoşgörürsünüz sanırım...:) )

Okuyunca gerçekten arkadaşımın ne demek istediğini anladım. Büyücü kral Prospero, esrarengiz peri Ariel, ucube yaratık Caliban ile fantastik olarak tabir edilebilecek bir oyun olan "Fırtına" otoritelere göre de alışılagelmiş Şekspir oyunlarından ayrılıyor.
(bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/F%C4%B1rt%C4%B1na_(oyun))

Neyse efendim hemen bir bilet edinerek izlediğim bu oyunda, bir parça hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Oyunun metnine bu kadar bayılıp, oyun boyunca bir nebze sıkılmama engel olamadıysam sanırım iyi sahnelenmiş bir versiyonuna rastlayamadım diye düşünüyorum. Herşeyden önce metnin altında hiç kesintiye uğramayan efektler kullanıldığı için (sürekli ama sürekli) oyuncular mikrofon kullanıyorlardı, bu da bazen seslerin gereğinden fazla ya da boğuk çıkmasına neden oldu. Yer yer Prospero büyücülüğünü ve krallığını da abartınca söylediklerinin çoğu anlaşılmaz hale geldi. Anlayacağınız o güzelim tiratlara yazık oldu! Ariel şimdiye kadar rastladığım en orjinal karakterlerden biriyken, sürekli elini kolunu çırpıştıran kanatlı elbisesi içinde daha ziyade "minik kelebek" diye tabir edilebilecek, adeta başka bir oyundan sahneye karışmış bir karaktere karşılık geliyordu. Oysaki Ariel karakterinin daha sessiz, daha sabit, daha görünmez, ruh gibi olması gerekmez miydi? Ellerini niye sürekli çırpıştırıyor diye çok kafama takıldı...Peri diye bu kadar düz algılanmaz ki bir karakter!

Dekor ve efektlere tekrar değinmeden edemiycem, gerekli gereksiz kulağımızı sağır eden gökgürültüsü sesi, şimşek efekti, ve sahneye yansıtılan onca görsel efektten kaçı gerçekten gerekliydi bilemiyorum. Söz konusu ada, büyülü ve esrarengiz olduğuna göre daha yaratıcı ve kullanışlı bir dekor olabilirdi diye düşünüyorum.

Caliban'ı canlandıran oyuncu kısmen kafamdaki Caliban karakterini karşıladı denebilir. (oyundan kimsenin ismini vermediğim için onunkini de yazmıyorum) O korkunç mikrofona rağmen ses tonu, duruşu, kendisinin ucube bir yaratık olduğuna seyirciyi inandırdı. Henüz saymadığım diğer bütün karakterler çok sıradandı. Lafını bile etmiyorum o derece...

Buarada seyirci demişken, seyirci gözle görülür bir şekilde çok sıkıldı. İlk kez Ankara seyircisinin üflediğine püflediğine tanık oldum. Yanımdaki genç 1. perdeden sonra geri gelmedi...Arkamdakiler sürekli "noluyo ya şimdi öyle, bu adam in mi cin mi, ne ki bu? " filan diye, yorumlarından anladığım kadarıyla oyunun konusundan hiçbirşey anlamadılar. Tabi tam burada biraz seyirciye, yani kendimize de çuvaldız batırmak gerekir...Her oyun gibi Şekspir oyunları da, az biraz yazar ve söz konusu oyun hakkında hiçbişey okumadan gidildiğinde, oyunun belki de 100'de 40 'ı erozyona uğramaktadır. Hele de Şekspir 'in oyunlarının çoğunluğu Roma mitolojisine dayandığı için hatta mitoloji hakkında bişeyler bilmezseniz, oyundaki pek çok göndermeyi sadece söz oyunu zannedebilirsiniz. Bu, mitoloji bilmeden sanat tarihi yorumlamaya benzer. Yani mümkün değildir.

Söz gelimi, Şekspir'in pek çok oyununda "elinde çalı süpürgesi tutan adam" lafı geçer. Bu tabir, o dönemde ayın üzerindeki lekelerin, "elinde süpürge tutan adama" benzetilmesinden dolayı "ay" ı anlatmaktadır. Bu oyunda da vardı, ve arkamdakiler "süpürge tutan adam nerde" diye oyuncuların arasında aydede'yi aradılar bilmeden, tabi bulamadılar!

Şunu da söylemeliyim ki; Şekspir haftasındaki bütün oyunları izleyemedim, çok sevindirici ki hepsinde biletler tükenmiş durumda...Yani seyircilikten aldığım ukalalığı burada bitirmeden önce, Ankara DT 'de geçen sezondan beri oynayan Venedik Taciri'ne de deyinmeden edemeyeceğim. Geçen yıl 3 kere izledim, bu sene de fırsat bulursam yine gidebilirim. İşte başarılı Şekspir uyarlamalarından biri!.. Sanırım başrolde Shylock olarak izlediğimiz Tamer Levent'in de bunda payı büyük. Usta oyuncu öyle bir Shylock karakteri çiziyor ki; olması gerektiği gibi ona kızsanız kızamıyorsunuz, üzülseniz üzülemiyorsunuz , bütün duygularınızı boğazınızda kilitliyor. Sahnede diz çöktüğü tirat sahnesinde kendi kızım evden kaçmış gibi hissediyorum, gidip Jesica'yı "ne olursa olsun bir baba bu kadar üzülür mü" diye saçından sürüyesim geliyor...İşte hiç de entellektüel olmayan son derece samimi bu eleştiri yazısında, bir duygunun seyirciye nasıl aktarıldığını varın artık siz düşünün...! :)

Konuya dönecek olursak;
Eh işte, biraz yönetmen ve oyunculardan, biraz da seyircilerin gayretiyle daha iyi Şekspir oyunlarında görüşmek ümidiyle...

Şanslıysanız biletlere alttaki adresten ulaşabilirsiniz :

http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar.html

11 Ocak 2014 Cumartesi

DURAKTA...

Sıhhiye'de Beytepe durağının önündeki banklarda bir adam oturur. Hayat saçıyla sakalı arasına karışmış gibi dursa da, yine saçıyla sakalı arasından bakar hayata...Ne görür, nasıl görünürüz gözüne hep merak ederim, hiç bilemem...

Geçenlerde servisi kaçırdım ve okul otobüsünü yakalamak için Sıhhiye'deki durağa gittim. Saat sabahın 8 buçuğu, hava tam bir Ankara ayazı...Öğrenciliği hatırlamak ve öğrencilik halini anlamak için iyi bir deneyim yaşatır insana bu durak. İp gibi dizildik de dizildik Sıhhiye köprüsünün üzerine...Sıranın sonu, önce az gerideki büfeye oradan da sonsuzluğa doğru aktı. Görmez olduk sıranın sonunu bir süre sonra...15 dakikaya filan yüzüm dondu, 20. dakikanın sonunda hangi akla hizmet parmaksız eldiven giydim diye içimden küfrettim kendime. Don neticesinde kar gelinliği giymiş gibi görünen ağaçlara ilişti gözüm, bir süre de onları izleyerek oyalandım. Bakış ve görüş alanımı soğuktan iyice atkımın arasına sıkıştırdım ve bir süre sonra sadece önümdeki çocuğun kapşonunu görmeye başladım. Buarada yarım saat geçti henüz, tam konforsuz ayakta bineceğimizi bildiğimiz otobüsü büyük bir ümitle beklerken...

Derken...
Tam solumda bankta oturan biri olduğunu farkettim. Başından beri oradaydı aslında ama ben kafamı soğuktan sağa sola çeviremediğim için, sadece orada biri olduğunu hissediyordum. Kafamı biraz o tarafa çevirmeye çalıştım...Bir adamın bankta oturup, gazete okuduğunu ve çekirdek çitlediğini farkettim. Bu soğukta bankta oturup gazete okuyup çekirdek çitleyebilecek tek adamın, o orada her zaman gördüğüm adam olabileceğini düşünerek, kafamı bi gayret tam olarak banka çevirdim. Ta kendisiydi... Yarım saattir orada sıcacık bir odada, çıtır çıtır şöminenin başında oturuyormuş edasıyla, elindeki gazeteyi pazar günü rehavetiyle evirip çevirip tüm ciddiyetiyle okuyor, cebinden de avuç avuç çekirdek çıkarıp çitleyip çitleyip üfürüyordu kabukları. Bizim çok soğuk bir havada bir durakta yarım saatten fazla otobüs beklediğimiz gerçeği kadar onun bahsettiğim şömineli, sıcak odasında, pufidik koltuklar üzerinde dizlerinde battaniyesi elinde çayı ve çekirdeği başka bir gerçeklik yaşadığına yemin edebilirim...Bazen aynı resim içinde farklı gerçeklikler yaşanabilir pek tabi ki...Benim gerçekliğim eksi 5 derece olduğu için, bu seferde kafam sol tarafa tam dönmüş şekilde bu adamda takılı kaldı. Ben onu izledim bir süre, "rahatsız olacak bakmiim" dedikçe kafamı döndürmek daha da güçleşiyordu ama ben onun çok umrunda değildim zaten... Olsa olsa biz şöminenin üzerinde asılı duran, toplumcu gerçekçi bir ressamın yaptığı "durakta otobüs bekleyenler" isimli bir tabloyduk onun için...Her zaman orada duruyorduk gazete keyfini bozup bakmaya ne gerek vardı?...

Otobüs tam 45 dakika sonra geldi...Adamın cebindeki çekirdek hiç bitmedi...Benim burnum tam olarak dondu...Beynimin içinde sorgulamar sorgulamalar oldu...İşte böyle bir sabahtı!

9 Ocak 2014 Perşembe

KENDİNE YONTMA YAZISI! :)

- Şu ışıklardan sağa, şu sokaktan da sola...hah burda sağda ineyim!
- Buyur abla!
- İyi günler...!
- İyi günler...!

" Offf zili çalsam "minik" uyumuş mudur acaba? Anahtaar! Nerde ablişkomların anahtarı yaa? Öteki çantada kaldı herhalde..Neyse çalayım bari..."

- Kim o?
- Benim ablaaa!
- Olleyyy! hoşgeldiinn!

Dört katı soluksuz çıkarım...Apartman boşluğundan şu sesler gelir...

- Vöööö, aaaaaaavv, aaaaaaaa, dedededededede !

"Bizim Minik" sesinin eko çıkartmasına bayılır, gelen kişi yukarı çıkana kadar bu oyunu oynar...:)

- Canıııııııııııımmmm! Teyzeciiimmmmmm!!

" Minik"te aniden beni görünce sesizlik ve sırıtma!:)

- Ablaaam hoşgeldin! der ablam yine de yılların alışkanlığıyla ilk onu öperim...;)

- Hoşbulduk ablacım...muck muck!
- Aaaaaaa, avvvvv, dededededede, babababababababab!
- Dur kuzum alıcam seni bitanem, ellerimi bi yıkayayım teyzecim...Ahahaha abla üstüme atladı resmen yaaa çok komik bu çocuk! :)
Zar zor ellerimi yıkayıp, "minik kaplanı" kucağıma alırım sonra oyunlar oynarız...

Oyuncak sepetinden eline denk gelen oyuncak aslanı bana gösterip :
- Vav vav? mühüüüüü?
Bu hav hav mı diye sormakta ve korkuyor taklidi yapmaktadır bu sırada...:)
- Yok teyzecim bu aslan, hav hav değil...Korkma hav havdan korkcak bişey yok ki...
- Vav vav, vav vav!
Elinden atar aslanı...:) Birbirine vurmadık oyuncak bırakmaz, sıkılırız biraz sonra aynı şeylerle oynamaktan...Şöyle bir evi turlarız...En çok aynada eğleniriz...
- Bütün aynaların dikkatineeee, biz geliyoruuuzzzz! hazır mısın Miniikk?
- Debedebebee!
-Tamam o zamaaaaannn koşuyoruuuzzz...! Geliyoruz geliyoruz geliyorruuzz!
Aynaya yaklaştıkça "minikcim" gülmekten kırılır...:)

Neticede;
kendisi çok tatlıdır işte!

- Debedeeeebebebebebediiibıdı
- Teyze mi dedi abla o?
- Bilmem, olabilir...!?

Umut dünyası! :)

3 Ocak 2014 Cuma

DURUM DEĞERLENDİRMESİ

Her yeni yıla girişte eski yılı değerlendirmekten , "efenim 2bin bilmem kaçta şu oldu bu oldu, hadi bakalım 2bin bilmem kaç artı 1 de şu bu olur inşallah" diye eblek eblek umut dağıtmaktan nefret ederim...

Neticede bu zaman bölümlemelerini bizzat kendimiz yarattığımıza göre, zaman kesintisiz bir şekilde devam etmekte ve zamanın kaça girdiğinden kaçtan çıktığından esasen haberi bulunmamaktadır. Yani kötü geçen bir yıl, kendisine nokta koyduğumuzu varsaydığımız yılbaşı gecesinde, biz zoraki içme eğlenme eylemlerimizi yaparken, sakalını önüne alıp "ne yaptım lan ben, benim hüküm sürdüğüm yıl depremlerde tsunamide onbinlerce kişi öldü, yoksulluktan millet kırıldı, savaş çıktı bisürü yerde savaş!, hükumette yolsuzluk iddiası çıktı giderayak, bir de üstüne üstlük hiç bişey olmadı, olan bana oldu biter ayak o bari çıkmasaydı, çok utanıyorum laaan, çok pişmanım! demeyecektir. Hiç bir biten yıl böyle dememiştir...Gelen hiç bir yeni yıl da hiçbirşey vaadetmemektedir.

Bu bilgiler ışığında, hayatıma şööyle bir kuşbakışı baktığımda, yıllara göre değil de son zamanlarıma diyelim, şöyle şeyler karşıma çıktı ;

- Göstere göstere değil de gizli komik, gizli çılgın insanları çok severim...Bunların toplumda ön plana çıkmak, efendim popüler olmak, kendini göstermek, ispat etmekle ilgili hiç bir kaygıları yoktur...Doğallıkla komik doğallıkla kafası başka türlü çalışan insanlardır. Şuanda böyle bir oda arkadaşına sahibim ve kendimi çok şanslı hissediyorum...:) Okulda aniden odaya girdiğimde Aytn'yı yarı beline kadar camdan sarkmış, avluda bulduğu bir avuç kar birikintisinden 3 tane mini kardan adam yapmış, onların fotoğrafını çekerken bulabiliyorum...( Kardan adamlara üşenmiyor gözlük, şapka vs bir sürü aksesuar yapıyor...:) )Kağıt artıklarından mini moda dergileri, mini bloknotlar üretiyor...Yaptığı ironik moda dergileri bence başlı başına bir çağdaş sanat işi olarak kapitalizme karşı omuz omuza sergilenebilir, o derece başarılı. Ama işte o bunları doğallıkla yaptığı için sergi mergi işlerini çok önemsemiyor...Odaya her girdiğimde küçücük bir masanın başka bir köşesinde yeni kalıplar almış oluyor, içeri girer girmez gösteriyor " bak fasülye yaptım, bak vesikalık fotoğraflar yapcam, bak evlerden küçük şehirler düzenledim" diye bana gösteriyor...Yaşama sevincinin sürekliliği için çalışma arkadaşı çok önemli çok...! :)

- Çalışma arkadaşlarımın geri kalanı açısından da şanslıyım gerçekten, Mehtabingen ve Işılovski ile geyik yapmak gibisi yok...:) Işılovski ile eskiden beri etken iletken kanallarımız açıktır zati, göz göze gelip ne diyeceğimizi anlayıp gülmeye başlıyoruz bazen...Mehtabingen cüceler ülkesinde kendisini yalnız hissetse de bazen, onu çok seviyoruz...hihihihi :) Aybiko, Şuliçko ve Mehmet Efendi'yi de anmadan geçemeyeceğim tabi...( ne kadar da şifreli yazdım gerçekten hiç anlaşılmıyor kimin kim olduğu! :D)

- Okulda işler yolunda yani, öğrenciler biraz daha mevzuyu ciddiye alsalar onlar da dadından yenmeyecekler...Ama öğrencilik hali işte...:)

- Okulla ilgili sadece serviste bazı problemler yaşadım...Okul malum Beytepe Köyü'nde olduğu için personel servisi ile gidip geliyordum okula...Bizim semte giden servisin şoförü sonradan gelenlerden hazetmiyor, sürekli laf sokuyordu " bu servis çoh galabalık binmeyin buna" ! şeklinde... Ben de kendisini ilk başta ciddiye almadım binmeye devam ettim. Sonra cebimden arayıp beni "yarın sen gelme! O duraktan binen kimseyi almayacam" diye kibarlık sınırlarını kendi kriterlerine göre bile çok aşan bir konuşma yapınca benimle, ben de gidip kendisini araç işletmeye şikayet ettim haliyle...İşte bir takım uğraşmalardan sonra şimdi yine o servise biniyorum. Şoför sayemde popüler oldu ama kendisiyle küsüs! Tek kelime etmeden biniyorum, inerken ayağa kalkıyorum dikiz aynasından gözgöze geliyoruz ineceğimi anlayıp duruyor. Bu yeni ilişki biçimimizden çok memnunum şahsen...Ama daha enteresan birşey oldu, servistekiler de şoförü şikayet ettim diye bana küstü! Evet çok komik ama söz konusu şoförü çok seviyorlarmış, ben niye şikayet etmişim...Töbe töbe beni almıyor, kaba saba konuşuyor ne demek niye şikayet ettin...Bu arada benden başka bir sürü kişiye şoförler böyle davranmasına rağmen tek şikayet edip şoför mafyasına karşı tek başıma mücadele eden kişi de benim yani...Mafya olmuşlar resmen, "sen bin, sen bir daha binme" diyebilme yetkileri olduğunu düşünüyorlar... Aman ağzımızın tadı bozulmasın böyle çekirdek bir kadroyla 7 senedir biniyoruz bu servise, bir 7 sene daha bu şekilde binelim diyen bir grup "yetişkin" ve "akademisyen" insan yüzünden de böyle devam edecek gibi duruyor bu durum. Yani ne düşünürlerse düşünsünler haklı mücadelemin arkasındayım!

- Bir de canımın içi yeğenim 1 yaşına bastı...:) Bu aralar başka bir yaşama sevinci sebebi de o benim için...
Henüz 1 yaşında bir cüncük olmasına rağmen kendisinde daha önceden öğrenip gelmiş bir takım ağır hareketler mevcut...:) Çok ciddi, çok akıllı, çok sevimli bir insan...Bazen kucağımdayken yanağını yanağıma yaslıyor, o koca yanağı ısırmamak için zor tutuyorum...:) Kendiliğinden kafasını çekene kadar öylece duruyoruz, sessiz bir güven ve sevgi ifadesi gibi geliyor bu bana ve çok mutlu oluyorum...Hareketler, şebeklikler boy boy işte anlatılmaz yaşanır...:)

işte böyle...Haydi iyi seneler...:)