28 Ekim 2015 Çarşamba

BIRAKIN GENÇLER OYNASIN



Esma Burcu Sereli, İstanbul Art News, Mart 2015

Büyütmek için yazının üzerine iki kez tıklayınız, iyi okumalar...

14 Ekim 2015 Çarşamba

...

Ben niye ölmedim, bilmiyorum...Üzüntüden ölür müyüm diye bekledim en azından...Hiç bir şey olmadı...Hayat devam ediyordu...Hayat devam e...Hayat dev... Hay! Hay ben o hayatın ta...
Küfrediyordum ama içim hiç rahatlamıyordu. Öte yandan gerçekten hayatın tüm çiğliği ile devam etmesi müthiş sinir bozucuydu. Durması en azından biraz duraksaması gerekmez miydi ya da şoka giren her bünye gibi biraz boş bakması? Oysa sempozyum için gelen misafirlerimiz vardı okulda ve aralarından yalnızca biri gelişini iptal etmişti. Sabah koridorda herhangi biri "çay var mı ya?" diye soruyordu, "sanatçıların sunumları var katılmıyor musun?" Çin'den gelen "Shu Sanath Chı"ya çok teşekkür ederiz. Şak şak şak!

Öğleden sonra rektör toplantı yaptı. Bütçeler, planlar, kadrolar...Hocalardan birisi "artık ÖYPli araştırma görevlileri gelmeyecek ama ÖYP'lileri çok seviyoruz" dedi. Aklımda kalan tek cümle bu oldu toplantıdan...Çünkü hiç inanmadım. Kimse kimseyi sevmiyordu ki, bir üniversite kendisine yök tarafından dayatılarak gönderildiğini düşündüğü araştırma görevlisinin de aşağısı (bu onlara göre tabi), iki de bir de "ÖYEPE'li ÖYEPE'li" diye yaftalayıp durduğu bir takım insanları sevsin!? Üniversiteyle ilişkimiz askerlikte sürdürülen nişanlılık gibiydi. Bizi sevmeyen sevgilimiz gerçekleri söylemek için askerliğimizin bitmesini bekliyordu, bittiği gün yüzüğü kafamıza atıp, açılan yeni kadrolar için, yerimize yeni kafalar saymaya başlayacaktı bile...Gerçi bu okul benim gençlik sevgilim, ilk göz ağrım...Bir "Öğğ Yeeğğ Peeğğ"li olarak geri döndüğüm canım uzatmalım; işte böyle kafama yüzüğü fırlattığında ona iki çift lafım olacak: "Beni beni Bihteri'ni ? "!!!

Bölümlere dağıldık toplantıdan sonra...Sır hazırladık bir ara...Hiç bir yere sığmıyordum, müthiş bir şekilde yalnız kalmak ve kimseye bağlanmak istemiyorum bu ara... Ekmeği bile değişik değişik bakkallardan alıyorum. Yeni odamız çok güzel ama sanki hiç benim değil. Kızlar çok güzel düzenlediler. Gerçi bir ara beni de yapışkanlı kağıtla kaplayacaklar diye korkmadım değil...Onlar mutlu olsun istiyorum. Ama ben hiç değilim. Olmak da istemiyorum galiba...Ara ara çok eğlendiğim anlar oldu oysa, kahkaha bile attım. Sonra yine aynı derin hissizlik...Hiç bir şey hissetmediğim anlardan çok korkarım, nefret de olsa bir şey hissetmek iyidir. Ama hissetmiyorum...Yalnız kalmak istiyorum...

"İyi görünmüyorsun" dedi biri, "hasta mısın?" diye soran oldu..."Sen niye iyi görünüyorsun, neden hasta değilsin?" diyemedim. Susuyorum, sinirle aklımdaki her şeyi söyleyiverdiğim anların aksine sonsuza dek susmak istiyorum. Daha büyük acıları olan insanlara saygımdan,elimden hiç bir şey gelmediği için kendime sinirimden, hayat böyle döngüsünün keyfini hiç bozmadan devam edip durduğu için, günlük sıradan bayağı bütün dertlerimizin tiksintisiyle, delirmeyeyim diye susuyorum!

- Hocam sanatçılardan birinin kili bitti alayım mı avludan bir paket?
- Al al! Sen 100 kişi ölmemiş gibi kil taşı, o da 100 kişi ölmemiş gibi kilden ördek yapsın!

Sahi ben niye ölmedim bilmiyorum...
    

1 Ekim 2015 Perşembe

ŞANS


Biraz şanslıyım ben...Gittim Ege'de doğdum mesela...Deniz sesiyle büyüdüm...Çocukluk korkularımdan biri büyük bir tsunaminin evimizi alıp götüreceği idi...Ege'nin dar bir iç deniz olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Sonradan öğrendiysem de, hala rüyalarımda böyle sahneler görürüm. Aklıma tek gelen ölüm şekli boğulmaktı. Başka nasıl ölüneceğini düşünemiyordum. Yaşam denizden geliyordu madem, denize gitmeliydi.

Zaten daha çok yaşamaya odaklıydık. Daha önce de defalarca yazdığım gibi şahane insan; babam sayesindeydi bu. Evet o kadar şanslıydım ki, bir de üstüne üstlük harika bir ebeveynim vardı. Misal, ben mitolojiyle ve "Yunan Filozofları"yla ilk kez lisede ya da üniversitede tanışmadım. Bizim yaşadığımız yerde, gündelik hayatın içinde herhangi biriydi mesela Thales. Çünkü 5km. uzaktaki Güllübahçeli'ydi (Miletos) kendisi. Ve oradan okula gelen bir arkadaşımız henüz ortaokuldayken bir toplu mezar keşfetmişti . Bu çocuk her gün kolunun altında değişik bir "kuru kafa"yla okula gelirdi. Biz bu misafirlere isim takardık. Mesela "Bahattin" bir ortaokullu ergenin koltuğunun altında gide gele ortaokuldan mezun oldu gözümüzün önünde :) Yıllar sonra Ankara'da Yüksel caddesinde karşılaştığım bu arkadaşım Bilkent Arkeoloji'yi burslu kazandığını söylediğinde gülmemek için dudağımı ısırdım. Ama ifademden anladı ve bana : " evet Bahattin'in çok emeği oldu " dedi. :)

Hayatın içindeydi mitoloji çünkü babamın adı Homeros'un kökünden gelen "Ömer"di. Dedeleri Girit göçmeniydi ve hikaye anlatmayı çok severdi. Ben de maşallah hayal gücü geniş bir çocuktum, henüz okula gitmeden bir okul dolusu hayali arkadaşım ve bir hayali öğretmenim vardı. Bol keseden atıp tutuyordum ve babam bu hikayeleri gayet ciddiye alarak dinliyor, oysaki tek arkadaşı oyuncak bebeği "Nihan" olan son derece "yalnız" beni hiç bozmuyordu. Denizlerde geçen hikayeler hatırlıyorum, masallar, mitler...Farkında olmadan kim bilir hangi atamızın kulağımıza fısıldadığı İlyada'dan esintiler taşırdı kimi, kimi de full-orjinal baba uydurmasıydı. Küçük bir kız çocuğu için hepsi de müthişti.

Hayatın içindeydi mitoloji çünkü her gelen misafiri ilk gün Priene, Milet ve Didim'e götürür, Bafa Gölü kıyısında balık yemeden bırakmazdık. İkinci gün de Selçuk-Efes istikametine gidilir, Ortaklar'da çöp şiş yenirdi. Hangisini en çok sevdiğime hala karar veremem. Priene'in sütunlarını mı, Milet'deki agorayı mı, canım Efes'i mi, çöp şişi mi, balığı mı? Sanırım hepsini...Ama sanki yine de  Efes'in özel bir yeri vardır ben de...Niyeyse geçmiş hayatımda oralı olduğumu düşünürüm. Şimdilerde dağ ve taşlara sırtını dayamış bol otlu ve denizden epeyce uzak "Liman Caddesi" nde sandalların bağlı olduğunu hayal ederim. Dalgalar ayaklarımı yalar ve kesin saçımda sarı renkli hıdırellez çiçeği takılıdır, ne bileyim...:)

Bütün bu düşüncelere az önce televizyonda gördüğüm Emre Zeytinoğlu neden oldu. Kanal 360' ta Efes'teki Antik Tiyatro'nun merdivenlerine oturmuş, ihtimal program konuğu olan kişiye bir şeyler anlatıyordu. Kendisini görünce durdum, biraz izledim. Efes'in merdivenlerini tanırım. Şimdi gitsem aklıma kazıdığım işaretlerini, taşların yerini bile bulurum. 10 yaşında falandım, sanırım yıl 1989-90 falan olacak; orada o yaz ilk izlediğim konser; " Chris de Burgh" konseriydi. Sonra "Jethro Tull'i gördü bu gözler...Barış Manço'yu, Cem Karaca'yı...Bir de Sezen Aksu'nun Türkiye Konserleri diye bir turnesi olmuştu, onu hiç unutamam. Kürtçe, Lazca, Ermenice şarkılar söylemişti yine kendisine eşlik eden Kürt, Laz, Ermeni sanatçılarla birlikte. Ve o roman havası oynayan kırmızı eşarplı çocuk, lise çağında bir kızın hayallerinde dans etmeye devam ederken hiç utanmamıştı öyle güzel ayağını yere vurmaktan. Resmen benim "al yazmalım" olmuştu. Sevgi neydi? 17 yaşında sevgi; bir konserde çok iyi dans eden kırmızı eşarplı bir roman çocuktu :)            

Aslında ben, öyle kötüydüm ki son günlerde...Biri voltajımı kısmış, ışığım sönmüş gibiydi. Mutsuz bile değildim, anlamlı hiç bir şey düşünmüyordum günlerdir. Ne yapılacaksa onu yapıyordum. Rutin kelimesinin üstüne basıyordum, bastırarak altını çiziyordum, canını çıkartıyordum o rutinin...Daha fenası bundan zevk bile almaya başlamıştım. Buradan yürür giderim diye düşünüyordum, bir 35 yıl daha beni idare eder bu grilik. Günlük hayatımı günü gününe yaşar, her dakikasını banknotlar halinde hiç bir şey yapmadan günlük günlük harcarım.

Sonra işte hep Emre Zeytinoğlu yüzünden Efes'te buldum kendimi. Efes'in bendeki tarihine gittim. Hatırladım, hayal ettim, günlerdir ne diye mutsuzsam bu kez de salak gibi aniden mutlu oldum. Şanslı olduğum aklımdan çıkmış. 17 yıldır hiç aklıma gelmeyen o kırmızı eşarplı çocuğu, izlediğim konserleri, tiyatronun merdivenlerini, Homeros'u, ve benim Homeros'um, "hikayemin büyük bölümünün hem yazarı hem kahramanı" canım babamın anlattığı hikayeleri hatırlattığı için Emre Hoca'ya teşekkür mektubu yazmamak için kendimi zor tuttum. Ama o kadar da kendimi tutamadım işte oturdum bunları yazdım.

Hayat bazen tutukluk yapmış dikiş makinesi gibi sürekli aynı yeri pikelese de, pek çok şey için şanslıyım ben...